31 Mart 2009 Salı

Eski Taksiler Taxi Olmuş



Bir atasözümüz der ki; “Eski çamlar bardak oldu”.

Yani o senin dediğin eskidendi, artık öyle değil manasında.

Taksiye binerek nereye gittiğimiz önemli, ama hayata binerek nereden geldiğimiz daha önemli değil mi?

Farklı zaman ve mekanda geçmiş iki taksi hikayesi.

Nerden geldik nereye gidiyoruz?

Birincisi:

Yıl bin dokuz yüz seksen sekiz. Ankara’da yaşadığım yıllar. Şehr-ûl Garbi dediğim Batıkent'te bir kaç arkadaşla tuttuğumuz bir öğrenci evinde kalıyoruz.

Metro filan ne gezer belli bir saati kaçırdın mı şehirden buraya gelmenin neredeyse imkansız olduğu devirler.

İki ayrı hatta halk otobüsü gidiyor o zamanlar Batıkent'e 20 ve 97 numaralar. Onlar da pek seyrek.

Neyse uzatmayalım, ev arkadaşım Yılmaz'la birlikte Dikmen'e bir arkadaşımızın evine gitmişiz, günlerden pazar.

Akşam olunca gözümüz saatte zira son otobüs 23.30 da geçiyor Kızılay'dan.

Biz kaçalım dedikçe arkadaş bırakmıyor, mutlaka eve gitmemiz gerekiyor, yoksa yatar kalırız ne olacak?

Neyse sonunda ikna ediyoruz ev sahibini ve hızla iniyoruz caddeye, dolmuşa binilecek Kızılay'a inilecek çok da vaktimiz yok.

Dolmuşla iniyoruz Güvenpark'a, malum Dikmen dolmuşlarının son durağı burada.

Koşa koşa durağa geliyoruz saat on bir buçuğu geçmiş, 97 geçti mi ya 20 diye soruyoruz, yanıt maalesef az önce geçtiler oluyor.

-Eyvah kaldık mı burada şimdi?
-Kaç liran var?
-İki milyon!
-Bende de beş milyon etti yedi.
-Taksi on beş yazıyor!
-Terminale gidelim sabahlayalım!
-Yaaaaaa!
-Milli kütüphane?
-Get lan!
-Dikmene geri gidelim?
-Oolum adam o kadar söyledi kalmadık, şimdi demediğini bırakmaz ben gitmem abi!
-Sende kaç lira vardı?
-Hala iki milyon!
-Bendeki de hala beş!!
-Batıkente taksi hala on beş yazıyordur değil mi?
-!!!
saçma diyalogundan sonra,

- Ya! Yılmaz bu adamlar da insan evladı değil mi?

diyorum. Sonra da:

-Gidelim. Diyelim ki yedi milyonumuz var götürür müsün?

-Manyak mısın oolum götürürler mi hiç?

-İşimiz ne? Sorarız!

dedikten sonra cevabını bile beklemeden atlıyorum karşı kenarda müşteri bekleyen taksilerden en öndekinin yanına.

- Abi yedi milyonumuz var Batıkent’e gitmemiz lazım?

- Birader ne demek götürürdüm tabii ama, şimdi aldım arabayı Allah seni inandırsın siftah etmedim daha, yoksa götürmez miyim?

-Eyvallah Abi

deyip bir arkadakine gidiyorum laf hazır artık,

- Abi yedi milyonumuz var Batıkent’e gideceğiz.

Taksici şöyle bir baktı bana, sonra Yılmaz'a,

- Ayıp ettiniz bak şimdi, hiç paramız yok deyin yine de götürürüm, hadi atlayın!

Ben şaşırmamıştım ama Yılmaz bayağı bir şaşkındı ortaya çıkan manzaradan.

Yola çıkınca taksiciye,

- Abi durağını söyle bize üstünü yarın getiririz

dedim.

- Gardaş gerçekten önemli değil gerek yok. Kiminin parası kiminin duası!

Delikanlı adamsın taksici abi diye geçirdim içimden.

- Ben de Batıkent'te oturuyorum, sizin sayenizde eve uğrar bir çorba içerim. Baktım hanım yüz veriyor kalırım. Yok aksi olursa döner gelirim.

Sağ olsun getirdi bizi evimize kadar biz de cebimizdeki tüm parayı verdik, çıkardı bir milyonu geri uzattı,

-Gardaş parasız kalmayın

dedi sağ olsun. Almadık tabi ki.

-Sağ ol Abi
-Allah razı olsun hayırlı işler
-Hakkını helal et!

dedik.

-Helal olsun

dedi gitti delikanlı taksici Abi.

İşte seksenli yılların sonları Ankara'sından bir taksici profili.

Yıllar mı delikanlı yıllar?
Ankara mı delikanlı mekan?
Meslek mi delikanlı meslek?
Yoksa adam gibi bir adam mı rast gelmişti bilmiyorum.


İkincisi:

Yıl iki bin sekiz.

Mekan İstanbul, nokta Eminönü Meydanı.

Sabahtan beri alışveriş yapmışız Mercan, Tahtakale ve Mahmutpaşa üçgeninde. Hem çok yorulmuşuz hem de ellerimizde paketlerin ağırlığı hatırı sayılacak kadar.

Kısaca yükte ağır pahada hafif ne varsa almışız!

Belimden de rahatsızım. Arabayı Süleymaniye'ye bırakmış yürüyerek aşağı inmişiz ama bu yüklerle yukarıya çıkacak mecalimiz yok.

-Aşağıdan bir taksiye biner çıkarız.
-İyi olur.
-Çok şükür bitti alışveriş, kaldı mı almadığımız bir şey?
-Susadııım!
-Kalmadı herhalde.
-Hemen dönecek miyiz?
-Babaaa!
-Bir arabaya ulaşalım da düşünürüz.
-Babaaa çok susadım.
-Tamam oğlum alırız.

derken geldik Eminönü sahil yoluna, Yeni Camii’nin hemen yanı. Taksiciler var kenarda.
Yanaşıyorum öndekine, taksici hemen soruyor:

-Nereye?
-Süleymaniye'ye çıkacağız
-Ben o tarafa çalışmıyorum?
-Pardon, siz ne tarafa çalışıyorsunuz!?
-Ben Bakırköy’e gidiyorum
-Sen taksici misin, dolmuşçu mu?

derken adam umursamazca kafasını diğer tarafa çeviriyor,söylediklerimi duymuyor bile.

Sonrakine soruyorum aynı şey,diğeri de aynı.

-Kardeşim belim rahatsız yürüyemiyorum, ne yazarsa iki katını vereceğim

demem de bir şey ifade etmiyor.

- Yaa bu hale geldi mi artık esnaflık?

diye hiddetle bağırıyorum, kimse üzerine alınmıyor. Niye alınsınlar ki? Ben esnaf olana söylüyorum. Ortada esnaf mı var?

Çaresiz kendi çözümümüzü üretiyoruz. Belimin durumu kötüleşiyor zor yürüyorum. Eşimle konuşup sonunda karar veriyoruz; ben tramvay ile Beyazıt'a çıkacağım, oradan yürüyerek otoparka gidecek arabayı alıp geleceğim. Bu sürede oğlum, eşim ve paketler orada beni bekleyecekler.

Ağrılar içinde yangil yangil yürüyüp, plan doğrultusunda gidip arabayla dönüyorum. Ama aradan tam iki saat geçiyor.

İşte bu da iki binli yıllardan taksici profili.

Yıllar mı bozuk yıllar?
İstanbul mu bozuk bir yer?
Meslek mi bozulmuş artık?
Yoksa adam gibi adam kalmamış mı?

Acaba Kızılay’a tekrar gitsem bu kez farklı şeyler mi olur?

Gitmek sormak lazım.

Yirmi yılda “Nerdeeen nereye” durumuna mı geldik?. Öyleyse kötü.

Hiçbir şeyin eski tadı yok.

Her şey sanki oldukları şey değil de, oymuş gibi yapıyor.

Ya yirmi yıl sonra?




Mart 2009

14 Ocak 2009 Çarşamba

Yemin







Anadolu’da bir köy camisi, günlerden Cuma, köy ahalisi toplanmış Cuma namazı kılıyor. Köyün en yaşlısı olan Kör Hacı'nın bile kendisini bildi bileli, bu köyde fahri imamlık yapan yaşlı hoca minberdeydi.

Mevlüt Hoca’nın Cuma hutbesindeki konusu, komşu hakkı ve komşunun malına zarar verilmemesi üzerineydi. Hocayı çok iyi tanıyan köylüler bir yandan hutbeyi dinlerken diğer yandan da acaba ne oldu da hoca bunları söylüyor diye düşünüyorlardı.

Asarcuklugilin İdris kendi kendine ulan namussuzlar, ulan hırsızlar ne istediniz gabaklarımdan diye öfke ile söyleniyordu.

- Komşusuna ait bir malı veyahut ekini rızası dışında alan ya da bu mala zarar veren bir kimse cehennemin en alt katına gönderilecektir.

diye devam etti Mevlüt Hoca.

Cemaat:

- Allah korusun!

dedi hep bir ağızdan.

- Eyvah!

dedi Gara İsin, eyvah ki ne eyvah, iki gabak yüzünden başımıza gelene bak, boyladık cehennemin dibini diye hayıflandı kendi kendine.

- Yahu değer miydi be?

diye düşündü pişman bir şekilde Çavuşgilin Hamdi .

Mevlüt Hoca hutbenin sonunda:

- Muhterem cemaat namazdan sonra kimse ayrılmasın avluda yemin verilecek heyet huzurunda.

Bakalım nasılmış dedi Asarcuklugilin İdris, şimdi çıkar ortaya, rezil edeceğim bu hırsızı diye düşündü kendi kendine.

Namaz bitiminde dışarı çıkanları bu kez muhtar uyardı, ey ahali yemin verilecek, kimse bir yere kaçmasın!

Muhtar Saligilin Mustafaydı, Dönmegilin Halit ile Deymenci İbram da heyetteydi.

Muhtar heyettekileri musalla taşının yanına çağırdı. Taşı bir masa gibi kullanmak için, Ömerânın Memet yapmıştı musallayı Ünye taşından, çok özenmişti güzel de olmuştu.

Mevlüt Hoca da katıldı heyete, elindeki Kuran’ı bebeğini incitmeden beşiğine koyan bir baba edasıyla, gül kurusu renkli taşın üzerine bıraktı. Sonra cemaate döndü:

- Herkes yan yana dizilsin bir halka oluşturun!

dedi sonra ekledi:

- Asarcuklugilin İdris, Yalakpınar’daki tarlasından gabaklarının bir kısmının dün akşam çalındığını söylüyor,adetlerimiz belli, bunun için yemin vereceksiniz!


Sonra da yemin nedir, nasıl etmek lazım, yalan yemin etmenin insanları dinen nereye götürdüğü hakkında kısa bir açıklama yaptı ve herkesin sırayla musallaya gelip bu işi yapmadıklarına dair kurana el basarak yemin etmesini istedi.

Ustagilin Ali geldi önce:

- Ben Asarcuklugilin İdris’in tarlasından kabak çalmadığıma yemin ederim.


Sonra ahali sırayla:

- Ben Yalakpınar’daki tarladan kabak almadığıma yemin ederim,

- Ben çalmadığıma yemin ederim.

Bu şekilde iki kişi kalıncaya kadar herkes yemin etti.

Asarcuklugilin İdris bu ikisinden birisi herhalde diye geçirdi içinden…

Kimler miydi kalan iki kişi?

Gara İsin ile Çavuşgilin Hamdi.

Birbirlerini öne doğru itiyorlardı önce sen diyerek, sonuçta Çavuşgilin Hamdi geldi musalla taşından masaya, sağ elini Kuran’ın üzerine koyarak:

- Ben, Asarcuklugilin İdris’in kabaklarına elimi sürmediğime yemin ederim...

Herkes sona kalan Gara İsin’e bakarak demek İsin çalmış diye düşünürken, Asarcuklugilin İdris ise,

- Gel bakalım şimdi ne yapacaksın, boğazından parça parça çıkaracağım kabakları

diye içinden geçiriyordu.

Masaya yaklaşan Gara İsin:

- Ben Asarcuklugilin İdris’in tarlasına ayak basmadığıma yemin ederim.

demez mi?

Tüm ahali bir anda hem şaşırmış hem de rahatlamıştı, zira hırsız köylerinden çıkmamıştı.

Tüh bulamadık der kabakların sahibi. Demek ki köy dışından birileri. Haram olsun Allah cezalarını versin diye düşünüp köylülere dönerek, bu kez yüksek sesle ama mahcup:

- Ey gomşular, gusura galmayın adet işte ne yapalım

Muhtar ise ekledi:

- Sağolun ahali ben zaten köyümüzde böyle bir iş yapacak kişi olmadığını biliyordum ama örfümüz böyle, dağılabilirsiniz!
dedi.

Köylüler birer ikişer dağılmaya başladı evlerine doğru.

Biraz sonra, yolda yan yana yürüyen Gara İsin ile Çavuşgilin Hamdi etrafta kimse kalmadığından emin olunca:


- Bu hey işini eyi düşündük!
- He ya, hem de çok eyi,
- Yemin verdirecekleri aklımıza gelmişti ama!
- Eyi ettik eyii.

diye konuşuyorlardı bir yandan da gülerek.

Aslında kabakları bu iki kafadar çalmıştı,hem de yakalanmayacakları sinsi bir planla:

Çavuşgilin Hamdi sırtına bir hey (küfe) yüklemiş, içine de İsin’i bindirmişti. Hamdi Gara İsin’den çok daha yapılı ve güçlü biriydi, İsin zaten minyon sayılırdı.

Tarlaya vardılar Hamdi’nin elinde bir girebi İsin’de ise bir gedal, Hamdi girebiyle kabakların boynuzunu kırmış, İsin de gedalı takıp kabakları yanına almıştı!

İşleri bittikten sonra gerçekten de Hamdi kabaklara el sürmemiş, İsin ise tarlaya ayak basmamış oluyordu!

Böylece yalan yere yemin de etmemişlerdi.

Cehennem konusuna gelince; onu Mevlüt Hoca’ya sormak lazım ama, O da rahmetli oldu.