31 Mart 2009 Salı

Eski Taksiler Taxi Olmuş



Bir atasözümüz der ki; “Eski çamlar bardak oldu”.

Yani o senin dediğin eskidendi, artık öyle değil manasında.

Taksiye binerek nereye gittiğimiz önemli, ama hayata binerek nereden geldiğimiz daha önemli değil mi?

Farklı zaman ve mekanda geçmiş iki taksi hikayesi.

Nerden geldik nereye gidiyoruz?

Birincisi:

Yıl bin dokuz yüz seksen sekiz. Ankara’da yaşadığım yıllar. Şehr-ûl Garbi dediğim Batıkent'te bir kaç arkadaşla tuttuğumuz bir öğrenci evinde kalıyoruz.

Metro filan ne gezer belli bir saati kaçırdın mı şehirden buraya gelmenin neredeyse imkansız olduğu devirler.

İki ayrı hatta halk otobüsü gidiyor o zamanlar Batıkent'e 20 ve 97 numaralar. Onlar da pek seyrek.

Neyse uzatmayalım, ev arkadaşım Yılmaz'la birlikte Dikmen'e bir arkadaşımızın evine gitmişiz, günlerden pazar.

Akşam olunca gözümüz saatte zira son otobüs 23.30 da geçiyor Kızılay'dan.

Biz kaçalım dedikçe arkadaş bırakmıyor, mutlaka eve gitmemiz gerekiyor, yoksa yatar kalırız ne olacak?

Neyse sonunda ikna ediyoruz ev sahibini ve hızla iniyoruz caddeye, dolmuşa binilecek Kızılay'a inilecek çok da vaktimiz yok.

Dolmuşla iniyoruz Güvenpark'a, malum Dikmen dolmuşlarının son durağı burada.

Koşa koşa durağa geliyoruz saat on bir buçuğu geçmiş, 97 geçti mi ya 20 diye soruyoruz, yanıt maalesef az önce geçtiler oluyor.

-Eyvah kaldık mı burada şimdi?
-Kaç liran var?
-İki milyon!
-Bende de beş milyon etti yedi.
-Taksi on beş yazıyor!
-Terminale gidelim sabahlayalım!
-Yaaaaaa!
-Milli kütüphane?
-Get lan!
-Dikmene geri gidelim?
-Oolum adam o kadar söyledi kalmadık, şimdi demediğini bırakmaz ben gitmem abi!
-Sende kaç lira vardı?
-Hala iki milyon!
-Bendeki de hala beş!!
-Batıkente taksi hala on beş yazıyordur değil mi?
-!!!
saçma diyalogundan sonra,

- Ya! Yılmaz bu adamlar da insan evladı değil mi?

diyorum. Sonra da:

-Gidelim. Diyelim ki yedi milyonumuz var götürür müsün?

-Manyak mısın oolum götürürler mi hiç?

-İşimiz ne? Sorarız!

dedikten sonra cevabını bile beklemeden atlıyorum karşı kenarda müşteri bekleyen taksilerden en öndekinin yanına.

- Abi yedi milyonumuz var Batıkent’e gitmemiz lazım?

- Birader ne demek götürürdüm tabii ama, şimdi aldım arabayı Allah seni inandırsın siftah etmedim daha, yoksa götürmez miyim?

-Eyvallah Abi

deyip bir arkadakine gidiyorum laf hazır artık,

- Abi yedi milyonumuz var Batıkent’e gideceğiz.

Taksici şöyle bir baktı bana, sonra Yılmaz'a,

- Ayıp ettiniz bak şimdi, hiç paramız yok deyin yine de götürürüm, hadi atlayın!

Ben şaşırmamıştım ama Yılmaz bayağı bir şaşkındı ortaya çıkan manzaradan.

Yola çıkınca taksiciye,

- Abi durağını söyle bize üstünü yarın getiririz

dedim.

- Gardaş gerçekten önemli değil gerek yok. Kiminin parası kiminin duası!

Delikanlı adamsın taksici abi diye geçirdim içimden.

- Ben de Batıkent'te oturuyorum, sizin sayenizde eve uğrar bir çorba içerim. Baktım hanım yüz veriyor kalırım. Yok aksi olursa döner gelirim.

Sağ olsun getirdi bizi evimize kadar biz de cebimizdeki tüm parayı verdik, çıkardı bir milyonu geri uzattı,

-Gardaş parasız kalmayın

dedi sağ olsun. Almadık tabi ki.

-Sağ ol Abi
-Allah razı olsun hayırlı işler
-Hakkını helal et!

dedik.

-Helal olsun

dedi gitti delikanlı taksici Abi.

İşte seksenli yılların sonları Ankara'sından bir taksici profili.

Yıllar mı delikanlı yıllar?
Ankara mı delikanlı mekan?
Meslek mi delikanlı meslek?
Yoksa adam gibi bir adam mı rast gelmişti bilmiyorum.


İkincisi:

Yıl iki bin sekiz.

Mekan İstanbul, nokta Eminönü Meydanı.

Sabahtan beri alışveriş yapmışız Mercan, Tahtakale ve Mahmutpaşa üçgeninde. Hem çok yorulmuşuz hem de ellerimizde paketlerin ağırlığı hatırı sayılacak kadar.

Kısaca yükte ağır pahada hafif ne varsa almışız!

Belimden de rahatsızım. Arabayı Süleymaniye'ye bırakmış yürüyerek aşağı inmişiz ama bu yüklerle yukarıya çıkacak mecalimiz yok.

-Aşağıdan bir taksiye biner çıkarız.
-İyi olur.
-Çok şükür bitti alışveriş, kaldı mı almadığımız bir şey?
-Susadııım!
-Kalmadı herhalde.
-Hemen dönecek miyiz?
-Babaaa!
-Bir arabaya ulaşalım da düşünürüz.
-Babaaa çok susadım.
-Tamam oğlum alırız.

derken geldik Eminönü sahil yoluna, Yeni Camii’nin hemen yanı. Taksiciler var kenarda.
Yanaşıyorum öndekine, taksici hemen soruyor:

-Nereye?
-Süleymaniye'ye çıkacağız
-Ben o tarafa çalışmıyorum?
-Pardon, siz ne tarafa çalışıyorsunuz!?
-Ben Bakırköy’e gidiyorum
-Sen taksici misin, dolmuşçu mu?

derken adam umursamazca kafasını diğer tarafa çeviriyor,söylediklerimi duymuyor bile.

Sonrakine soruyorum aynı şey,diğeri de aynı.

-Kardeşim belim rahatsız yürüyemiyorum, ne yazarsa iki katını vereceğim

demem de bir şey ifade etmiyor.

- Yaa bu hale geldi mi artık esnaflık?

diye hiddetle bağırıyorum, kimse üzerine alınmıyor. Niye alınsınlar ki? Ben esnaf olana söylüyorum. Ortada esnaf mı var?

Çaresiz kendi çözümümüzü üretiyoruz. Belimin durumu kötüleşiyor zor yürüyorum. Eşimle konuşup sonunda karar veriyoruz; ben tramvay ile Beyazıt'a çıkacağım, oradan yürüyerek otoparka gidecek arabayı alıp geleceğim. Bu sürede oğlum, eşim ve paketler orada beni bekleyecekler.

Ağrılar içinde yangil yangil yürüyüp, plan doğrultusunda gidip arabayla dönüyorum. Ama aradan tam iki saat geçiyor.

İşte bu da iki binli yıllardan taksici profili.

Yıllar mı bozuk yıllar?
İstanbul mu bozuk bir yer?
Meslek mi bozulmuş artık?
Yoksa adam gibi adam kalmamış mı?

Acaba Kızılay’a tekrar gitsem bu kez farklı şeyler mi olur?

Gitmek sormak lazım.

Yirmi yılda “Nerdeeen nereye” durumuna mı geldik?. Öyleyse kötü.

Hiçbir şeyin eski tadı yok.

Her şey sanki oldukları şey değil de, oymuş gibi yapıyor.

Ya yirmi yıl sonra?




Mart 2009

14 Ocak 2009 Çarşamba

Yemin







Anadolu’da bir köy camisi, günlerden Cuma, köy ahalisi toplanmış Cuma namazı kılıyor. Köyün en yaşlısı olan Kör Hacı'nın bile kendisini bildi bileli, bu köyde fahri imamlık yapan yaşlı hoca minberdeydi.

Mevlüt Hoca’nın Cuma hutbesindeki konusu, komşu hakkı ve komşunun malına zarar verilmemesi üzerineydi. Hocayı çok iyi tanıyan köylüler bir yandan hutbeyi dinlerken diğer yandan da acaba ne oldu da hoca bunları söylüyor diye düşünüyorlardı.

Asarcuklugilin İdris kendi kendine ulan namussuzlar, ulan hırsızlar ne istediniz gabaklarımdan diye öfke ile söyleniyordu.

- Komşusuna ait bir malı veyahut ekini rızası dışında alan ya da bu mala zarar veren bir kimse cehennemin en alt katına gönderilecektir.

diye devam etti Mevlüt Hoca.

Cemaat:

- Allah korusun!

dedi hep bir ağızdan.

- Eyvah!

dedi Gara İsin, eyvah ki ne eyvah, iki gabak yüzünden başımıza gelene bak, boyladık cehennemin dibini diye hayıflandı kendi kendine.

- Yahu değer miydi be?

diye düşündü pişman bir şekilde Çavuşgilin Hamdi .

Mevlüt Hoca hutbenin sonunda:

- Muhterem cemaat namazdan sonra kimse ayrılmasın avluda yemin verilecek heyet huzurunda.

Bakalım nasılmış dedi Asarcuklugilin İdris, şimdi çıkar ortaya, rezil edeceğim bu hırsızı diye düşündü kendi kendine.

Namaz bitiminde dışarı çıkanları bu kez muhtar uyardı, ey ahali yemin verilecek, kimse bir yere kaçmasın!

Muhtar Saligilin Mustafaydı, Dönmegilin Halit ile Deymenci İbram da heyetteydi.

Muhtar heyettekileri musalla taşının yanına çağırdı. Taşı bir masa gibi kullanmak için, Ömerânın Memet yapmıştı musallayı Ünye taşından, çok özenmişti güzel de olmuştu.

Mevlüt Hoca da katıldı heyete, elindeki Kuran’ı bebeğini incitmeden beşiğine koyan bir baba edasıyla, gül kurusu renkli taşın üzerine bıraktı. Sonra cemaate döndü:

- Herkes yan yana dizilsin bir halka oluşturun!

dedi sonra ekledi:

- Asarcuklugilin İdris, Yalakpınar’daki tarlasından gabaklarının bir kısmının dün akşam çalındığını söylüyor,adetlerimiz belli, bunun için yemin vereceksiniz!


Sonra da yemin nedir, nasıl etmek lazım, yalan yemin etmenin insanları dinen nereye götürdüğü hakkında kısa bir açıklama yaptı ve herkesin sırayla musallaya gelip bu işi yapmadıklarına dair kurana el basarak yemin etmesini istedi.

Ustagilin Ali geldi önce:

- Ben Asarcuklugilin İdris’in tarlasından kabak çalmadığıma yemin ederim.


Sonra ahali sırayla:

- Ben Yalakpınar’daki tarladan kabak almadığıma yemin ederim,

- Ben çalmadığıma yemin ederim.

Bu şekilde iki kişi kalıncaya kadar herkes yemin etti.

Asarcuklugilin İdris bu ikisinden birisi herhalde diye geçirdi içinden…

Kimler miydi kalan iki kişi?

Gara İsin ile Çavuşgilin Hamdi.

Birbirlerini öne doğru itiyorlardı önce sen diyerek, sonuçta Çavuşgilin Hamdi geldi musalla taşından masaya, sağ elini Kuran’ın üzerine koyarak:

- Ben, Asarcuklugilin İdris’in kabaklarına elimi sürmediğime yemin ederim...

Herkes sona kalan Gara İsin’e bakarak demek İsin çalmış diye düşünürken, Asarcuklugilin İdris ise,

- Gel bakalım şimdi ne yapacaksın, boğazından parça parça çıkaracağım kabakları

diye içinden geçiriyordu.

Masaya yaklaşan Gara İsin:

- Ben Asarcuklugilin İdris’in tarlasına ayak basmadığıma yemin ederim.

demez mi?

Tüm ahali bir anda hem şaşırmış hem de rahatlamıştı, zira hırsız köylerinden çıkmamıştı.

Tüh bulamadık der kabakların sahibi. Demek ki köy dışından birileri. Haram olsun Allah cezalarını versin diye düşünüp köylülere dönerek, bu kez yüksek sesle ama mahcup:

- Ey gomşular, gusura galmayın adet işte ne yapalım

Muhtar ise ekledi:

- Sağolun ahali ben zaten köyümüzde böyle bir iş yapacak kişi olmadığını biliyordum ama örfümüz böyle, dağılabilirsiniz!
dedi.

Köylüler birer ikişer dağılmaya başladı evlerine doğru.

Biraz sonra, yolda yan yana yürüyen Gara İsin ile Çavuşgilin Hamdi etrafta kimse kalmadığından emin olunca:


- Bu hey işini eyi düşündük!
- He ya, hem de çok eyi,
- Yemin verdirecekleri aklımıza gelmişti ama!
- Eyi ettik eyii.

diye konuşuyorlardı bir yandan da gülerek.

Aslında kabakları bu iki kafadar çalmıştı,hem de yakalanmayacakları sinsi bir planla:

Çavuşgilin Hamdi sırtına bir hey (küfe) yüklemiş, içine de İsin’i bindirmişti. Hamdi Gara İsin’den çok daha yapılı ve güçlü biriydi, İsin zaten minyon sayılırdı.

Tarlaya vardılar Hamdi’nin elinde bir girebi İsin’de ise bir gedal, Hamdi girebiyle kabakların boynuzunu kırmış, İsin de gedalı takıp kabakları yanına almıştı!

İşleri bittikten sonra gerçekten de Hamdi kabaklara el sürmemiş, İsin ise tarlaya ayak basmamış oluyordu!

Böylece yalan yere yemin de etmemişlerdi.

Cehennem konusuna gelince; onu Mevlüt Hoca’ya sormak lazım ama, O da rahmetli oldu.

18 Kasım 2008 Salı

Ercep Emmi


Yıllar önce, Ünye'nin köylerinden birinde yaşayan Recep İnce adlı vatandaş komşusu tarafından dava edilir.

Duruşma günü erkenden köyünden kalkmış gelmiş, duruşmanın yapılacağı salonun kapısında hazır olarak bekler.
Bir zaman sonra içeriden çıkan mübaşir:
-Recep İnce!
Deyince fırlar yerinden Recep Emmi. İçeri girer, gösterilen yere oturur.
Kalbi fırlayacak gibidir yerinden.

İlk defa mahkeme ve hakim yüzü görmüştür zira, ürkek, çekingen bir halde açıkçası biraz da korkmaktadır.

Okur yazarlığı yoktur, askerlikten sonra devlet dairesine beş sene önce uşaklarının nüfus cüzdanlarını çıkarmak için gitmiştir ilk defa. O da muhtarın zorlamasıyla.

Davacıların vekili iddiaları sıralamaya başlar.
Hakim bir yandan dava vekilini dinlerken diğer yandan önündeki dosyayı karıştırır.
Dava vekilinin sözü bitince hakim bizimkine döner, bir taraftan da da dosyadan okur:

-Adı:Recep, hımm.
- !!?

-Soyadı: İnce,
-!!??

Çok şaşırır Recep Amca, bir yandan da kendi kendine mırıldanır "yahu bu hakim nerden biliyor beni? "

-1324, Ünye doğumlu,

-Hasan oğlu, Halime'den olma.

Allah Allahh!!
Hakim her bir şeyini söylemiş, Recep Amca ise şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş bir halde küçüldükçe küçülür koca salonda...

Hakim başını kaldırarak, iddialarla ilgili sen ne düşünüyorsun anlamında;
- Söyle bakalım Recep İnce?
deyince bizimki yarı utangaç yarı korkuyla boynunu bükerek:
-Valla Reis Bey!

-Sen benim Ercep İnce olduğumu bildün.
-Ne diiiceemi de bilürsün!

der.
..............

10 Kasım 2008 Pazartesi

İLKKEZ (Bilinmeyen Bir Gazete)







1983-84 öğretim yılı…
Ünye Lisesi…
5 Fen D sınıfı…
Kendimizi sınıf olarak 5 Fen Deliler olarak tanımlardık…
Derslerden Edebiyat, hocalardan çok sevdiğim ve üzerimde çok emeği ve etkisi olduğunu her zaman hissettiğim Gülay Hoca…
Genç ve güzel Gülay Hocam…
Gülay ÖDÜKLÜOĞLU….
İlk görev yeri Ünye Lisesi, idealist ve her şeyiyle kendini Anadolu’nun bu kıyıcığında bizlere bir şeyler aktarabilmek için canfedakarane çalışıyor….
Konu dönem ödevi için hazırlanacak gazete…
Sınıfı üçe taksim etti hocamız, en kolay yolu ile cam tarafı bir ekip, duvar tarafı ve orta sıra diğer ekipler…
Aslında duvar tarafında oturuyorum o ders her nedense orta sıradayım, dolayısıyla orta sıranın ekibinde kalmış oldum …
Ekip; İrfan Yıldız, Hatice Aldemir, Nilüfer Varilci, Hatun Fidan, Turgay Pabuçoğlu, Sefine Karahasan, Ahmet Gerçeker, Necmetin Kalafat, Kerim Bayrak, Melek Özalp ve ben olmak üzere on bir kişiden oluşuyordu…
Sınıfta içten içe bir çekişme başladı, en iyi gazeteyi çıkarmak için…
Gazete derken bildiğimiz gazete kağıdına basılı bir gazeteden bahsetmiyorum. Bir kartonun üzerine daktilo ile yazılmış haber ve konuların yazılı olduğu kağıtlar kesilip yapıştırılacak…
Sınıftaki çekişme o hale geldi ki bizim ekipten Hatice çok hırslı ve heyecanlı;
-Arkadaşlar benim bir fikrim var!
-Nedir?
-Gazetemizi bastıracağız!
- !!?
çok şaşırmış ama heyecanlanmıştık da…
O zamanlar Çağrı Gazetesinde çalışıyor muydu neydi?
-Hasan Abi ile gidip görüşelim, O bize yardımcı olacaktır...
Toplandık ekip olarak gittik Özler Matbaasına. Hasan Abi’nin (Öz) de hoşuna gitmiş olmalı ki , bu fikri nasıl gerçekleştirebilirizi konuşmaya başladık ve sonunda Çağrı Gazetesinin bir hafta bizim tarafımızdan hazırlanıp ve yayınlanması, bizim için de sadece ismi değiştirilerek 200-250 adet gazete basılması doğrultusunda anlaştık…
Sevinç ve heyecanla ama bu fikri kimseye de sızdırmadan, saman altından su sızdırılacaktı. Görev dağılımı yapıldı. İsim konusunda da bir çok tartışmadan sonra Ünye Lisesinde daha önce yapılmamış bir olayı gerçekleştirdiğimiz için İLKKEZ isminde mutabık kaldık…

Heyecanla paylaşılan görevler konusunda hummalı bir çalışma başladı, herkes görevini bitirdiğinde matbaaya gidip çalışmalarımızı teslim ettik…

Bir hafta sonra İLKKEZ gazetesi hazırdı, o haftaki Çağrı ile içerik olarak aynı, sadece isimleri farklı idi…

Herkesi şaşırtmış ve başarmıştık, öğrenci olarak bu güne dek Ünye Lisesinde yapılamamışı yapmış ve bir gazete çıkarmıştık. Doğal olarak herkes bizi kutlayacak aferin size diyecekti, diğer iki gruptan da daha iyi bir iş çıkarmış olacaktık…
Beklenti buydu…
Gazete okula geldi. Üç yüz tanesi bize verilmişti, heyecanla tüm okula dört koldan dağıtmaya başladık…
Yirmi tanesini de öğretmen odasına gönderdik artık tepkileri ve tebrikleri alabilirdik!!
Çok geçmeden Gülay Hoca heyecanlı bir şekilde geldi;
-Nasıl böyle bir şey yapabilirsiniz??
-!!
-Kimden izin aldınız?
-!??
-Kime sordunuz çocuklar?
-!!
-Kaç tane basıldı bunlardan?
-Üç yüz hocam diyebildim sadece şaşkın ve üzgün bir halde.
-Bende yirmi tane var, iki saat içinde 280 gazeteyi istiyorum…
Dağıldık yıkılmış ve hayal kırıklığına uğramış bir biçimde tüm okulu dolaştık bulabildiklerimizi toplayıp getirip verdik Gülay Hocaya…
O gün bir anlam verememiştik bu olanlara…
Ertesi gün hepimizin ifadesi alındı müdür odasında..
Bunun bir ödev olduğu ve bu niyetle yapıldığı anlatıldı. Sıkıyönetim komutanlığınca inceleme yapılarak aynı doğrultuda üstlerine bilgi verildi ki , konu kapandı…
Sonradan anladık ki böyle bir gazete çıkarmak izne tâbi imiş, hem de dönem sıkıyönetim dönemi, yaptığımız işe bakın!!
Gülay Hoca ve okul yönetimi yaptığımız bu işten dolayı çok sıkıntı çektiler, neticede olayın boyutu anlaşıldı ve konu kapandı. Hocamız bize bir hafta ek süre verdi ve bu sefer beyaz karton üzerine diğer gruplarınki gibi bir gazete hazırladık, adını ne koyduk biliyor musunuz?
İkinci Atak!
Gülay Hocanın tayini o yıldan sonra İstanbul’a çıktı, hala orada görevini sürdürüyor, arkadaşların hepsi kendi iş ve güçlerinde, çoktan unuttular belki de o günleri, geriye dönüp bakınca gülüyorum yaptığımız işlere…
Hak etmişiz ama değil mi 5 Fen Deliler lakabını!!?

4 Kasım 2008 Salı

Bizim Mahalle

Çocukluğum Ünye'nin Gazi Mahallesinde geçti. Mahallenin resmi adı o zamanlar Saraçlı Mahallesi olmasına rağmen bizim olduğumuz kesim olan Niksar Caddesi'nin çıkış tarafına Gazi Mahallesi denirdi. O zamanlarda mahallenin oluştuğu arazinin büyük çoğunluğu kimbilir belki de tamamı Hacı Gazi'ye ait olduğundan bu adla anılırdı muhit.

Çok fazla ev yoktu o zamanlar mahallede, caddeden geçen araç sayısı ise bir elin parmaklarını geçmezdi. Bir kaç taksi ve bir de her gün Akkuş seferi yapan Bayram'ın kamyonu. Sabah Ünye'den yük ve yolcu alarak gider, ikindi saatlerinde ise geri dönerdi. Hani Cahit Külebi demiş ya: "Kamyonlar kavun taşır", Bayram'ın Kamyonu da ne bulursa taşırdı. En çok dönüşü kalmış aklımda. Kamyonun kasası ve şoför mahalli denilen kupasının üzeri tepeleme insan dolu olurdu. Hele çarşamba günleri. Ünye'nin en eski şoförlerinden biri olmasına rağmen ehliyeti yoktu Bayram Amcanın.

Hacı Gazi yaptırdığı için O'nun adı verilen camiye çıkan yokuşun alt başındaydı evimiz. Caminin imamlığını o devrin ünlü hocalarından Kıbrıslı Hoca namlı Sabri Hoca yapardı. Her namaz vaktinde evimizin önünden geçerdi. Geldiğini uzaktan görünce koşar önüne çıkardık mahallenin çocuklarıyla. Her defasında gülerek karşılardı bizi rahmetli, cebinden ya bir lokum ya da şeker çıkarır verirdi bize. Her defasında hem de. Şekeri veya lokumu yoksa başımızı okşardı sevgiyle. Hep cebinde olduğunu bildiğimiz esans kutusunu çıkarır parmağıyla kokulu pamuğa bastırır saçımıza sürerdi. Allah rahmet eylesin çok iyi bir adamdı Gıbrıslı Hoca.

Yokluk zamanlarıydı, tutumlu olmayı öğretirlerdi aileler çocuklarına. Hep de aynı örneği verirlerdi. Hacı Gazi'nin zenginliğini anlatırlardı. Bir zeytini üç defa ısırarak yediğini, bir kahvaltıyı iki zeytinle bitirdiğini söyler ve idareli olma konusunda örnek olarak Gazi'yi gösterirlerdi. Çok uzun boylu ve yapılı bir adamdı. Atıyla görürdüm çoğu zaman. Çok büyük bir evi vardı. Üç katlı ve müştemilatı olan bir evdi. Hala zeytin yerken anımsarım rahmetliyi ve bize verilen öğütleri.

Akşam vakti geldiğinde Kazım Amca'yı beklerdik. Topal Kazım derlerdi, ayakları dizden kesikti nedense. Arabası vardı. Bisiklet pedalından yapma elle çevirdiği bir mekanizma ile sürerdi üç tekerlekli arabasını. Görüş alanımıza girdiğinde hemen koşar karşılardık. O da hep gülümserdi bize. Geçerdik arabanın ardına itmeye başlar, evine kadar götürürdük. O da yorgunluğunu atardı biraz bırakarak el pedalını çevirmeyi.

Mahallenin tek bakkalı Hasan Amca vardı komşumuz. Tokil Hasan derlerdi nedense. Kağıt külahla yüz gram zeytin, beş kuruşa iki dıgıl (tane) cam şeker alındığı, sana yağının yarım, zeytin yağının şişeyle tartılarak satıldığı zamanlardı. Evde ekmek yokmuş gibi gidip yirmi beş kuruşa çeyrek ekmek alıp yediğimizi hatırlarım. Elektriksiz yıllardı. 14 numara gaz lambası karanlığında kerrat cetveli ezberlediğimiz yıllar. Evlerde gaz ocağıyla yemek yapılır, bakkallarda litreyle gaz satılırdı.

Bayramlarda en çok Tokil Amca'nın elini öpmeyi severdim. Leblebi ve üzüm kurusu karışımından avuçlar verirdi bize rahmetli. Buz dolabı vardı o yıllarda buzdolabı değil. Bakkalın giriş kapısının sağında, yer altına kutu gibi bir yer yapmıştı gazozlar için, sadece gazoz vardı zaten meşrubattan. Nereden getirirdi bilmiyorum ama gazozların yanına buz kalıpları koyardı hep.

Çarşamba günleri köylerden eşek ve katırların iki yanındaki hey(küfe)leri sebze meyve dolu pazara inenler, dönüşlerinde mutlaka Tokil Amca'ya uğrar bir gazoz içip dinlenir, ekmek,tuz ve şeker alarak dönerlerdi evlerine.

Çarşıya pazar alışverişi yapmaya sepetlerle gidilirdi. Beş liraya tüm pazar ihtiyaçlarının görüldüğü günlerdi. Çarşıda doldurulan sepetler dönüşte mahallenin sepet servisine teslim edilirdi. Sepet servisi de ne mi dediğinizi duyar gibiyim. Pazar alışverişi yapanlar dolu sepetleriyle dönmez, mahallede bu işi yapan hamal arabası tabir ettiğimiz arabacılara verirlerdi. Kendileri yaya olarak eve döner, bir müddet sonra sepetler kapılarına kadar getirilirdi. Mahallenin müteşebbis hamal arabası işletmecileri çarşamba günleri bu işi yaparlardı. Küçük bir ücret mukabilinde. Hayret ederdim onca sepeti nasıl birbirine karıştırmadan tanıyıp teslim ettiklerine.

Gurup İsin namlı İsin Amca vardı bu işi yapan, bir de Armut Gurusu. İsin Emmi sepetleri teslim edince hemen geri dönerdi, iki oğlu vardı yaşıttık Memet ve Ali ile. Dönüşlerinde boş gittikleri için bazen binerdik arabaya üçümüz sefa yapardık hamal arabasında çarşıya kadar. Armut Gurusu eski güreşcilerdendi. Çocuklara hep güreş oyunlarını öğretirdi. Çok haz alır ve heyecanlanırdı, bazen kızardı taktik verirken. Acaba hala var mıdır sepet servisi yapanlar?

Su yoktu evlerde, güğümlerle taşınırdı sular, mahalle kuyularından. Herkesin kuyusu da yoktu. Her kuyunun bir adı vardı, sahiplerinin adlarıyla anılırdı bu kuyular. Dişçi Kuyusu, Köselerin Kuyusu, Gazinin Kuyusu gibi. Kuyu başları ayrı bir şenlik olurdu biz çocuklar için.

En başta söylediğim gibi yokluk ve yoksulluk zamanlarıydı. Fakat şimdi dönüp baktığımda anlıyorum ki en güzel zamanlarmış. Samimiyetin, dostluğun, yardımlaşmanın olduğu, mahalle hayatını şimdi özlemle ve tebessümle anıyor ve arıyorum.

25 Aralık 2007 Salı

Depozito

Yıl 1985…
Aylardan Eylül…
Ünye’deyim…
Üniversite sınavına girmiş, Ünye Lisesinden mezun olmuş, sonuçta Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü kazanmışım…
Kayıt yaptırmam gerekiyor. Bunun içinse Ankara’ya gitmek…
Ankara…
Başkent Ankara…
Gitmemişim o zamana kadar Başkente, gördüğüm en büyük şehir Samsun…
Hani İstanbul olsa bir sürü tanıdık var orada yardım isteyebileceğim, ama Ankara’da tanıdık kimse yok…
Gidilecek, okul bulunacak kayıt olunacak ve barınmak için de bir yer ayarlanacak…
Kolay mı hiç bilmediğim ve neyle karşılaşacağım belli olmayan, kocaaa şehre yalnız gitmek?
Ne ile karşılaşacağımı bilmediğimden korkuyordum belki de…
Ne yapacağım, ne edeceğim diye düşünürken Hasan Abi geldi aklıma…
Hasan Abi terzi o zamanlar Ünye’de, boş zamanlarımızı arkadaşlarla onun dükkanda geçiriyoruz çoğunlukla…
Askerliğini Ankara’da yapmış, Mamak’ta…
Ankaralı sayılır bana göre…
O’na mevzuuyu anlattım,
- Ankara’ya birlikte gidelim Hasan Abi, masrafların benden…
- Gidelim lan Memet!
Rahatlamıştım. Biletleri aldım bindik otobüse…
Yolda anlatıyor Hasan Abi
- Ankara’da insan yönünü karıştırıyor
- Neden?
- Orda deniz yok ya! Gidince anlarsın.
- Allah Allah…
Neyse yol bitti Ankara’ya girdik.
Ben hala yönümü takip ediyorum…
Yönüm aklımda…
Samsun-Konya yolundan otogarın (o zamanlar şimdiki yerinde değildi otogar) olduğu yola bir köprülü kavşaktan derin bir dairesel dönüş yaptık, bende yön mön kalmadı…
Yönümü kaybettim…
- Haklıymışsın Abi
Gülerek bilmiş bilmiş:
- Ben demedim mi?
……..
Neyse, indik çorba kahvaltı faslını geçtik bir yerlerde, hatırlamıyorum bi yer de bildiğim yok zati…
Yürüyerek Tandoğan üstü Beşevler olduğunu sonradan öğrendiğim yere geldik…
Dikkatim hep yürüyüş güzergahı üzerindeki beton aydınlatma direklerinin üzerine yapıştırılmış ilanlarda:
“Re-Sa Erkek Öğrenci Yurdu, Ankara’daki eviniz, sıcak sulu, kaloriferli, nezih bir ortamda, yurdumuzda ailenizin sıcaklığını aramayacaksınız”
Her direğe yapıştırmışlar, fotokopi ile çoğaltıldığı belli ilanı…
Bu iyi diye düşündüm kendi kendime…
Elde var bir, en azından bir yurt adresi öğrendik…
Okulu aradık, bulduk, evrakı hazırladık, Şekerbank’ın uzun kuyruğundan korktuk harç yatırmak için gittik taksiyle Maltepe şubesine yatırdık, döndük kaydolduk…

İşlem tamam…
Sırada yurt ayarlamak var…
-Abi şu ilandaki yere gidelim bir bakalım
dedim…
O anda başladı işte Re-Sa hikayemiz.
Tekrar taksiye bindik o zamanlar yeni çıkmış Opel Ascona Dizel otomobiller, bazı taksiler ondan. Bekledik maksat Ascona’ya binmek !
Geldi bir tane kırmızı renkli cillop gibi …
El ettik, durdu, bindik…
- Nereye abi?
- Ulus, Anafartalar Karakolunu biliyor musun?
- Evet
- İşte oraya…
Yola düştük, ilk o zaman gördüm Ulus'daki Atatürk Anıtını…
- İyi bak
dedi Hasan Abi
- Heykelle ilgili bir şey soracağım sana iyi bak!
- Bakıyorum, baktım, ıradı heykel.
Çok dikkatli baktım ben de, oradan sapınca merakla;
- Sor bakalım
- Atın hangi ayağı havada
- Sağ ön
- Değil
- O zaman sol ön
- I ıhh
- Arka ayakları olacak değil ya abi?
Taksici çok güldü bu lafıma,
- Hakikaten ben de merak ettim kaç kere geçerim her gün buradan, hangi ayak abi?
- Hiç birisi!
dedi Hasan Abi gülerek.
Şaşırmıştım ben de. Öyle ya mutlaka bir ayağı havada olmalıydı …
Durdu taksi. Anafartalar Polis Karakolu yazan binanın önünde.
Adres öyleydi Anafartalar Polis Karakolu arkası…
Aradık bulduk, yukarı çıktık çok sevimli karşıladı bizi yurt müdürü, başladı yurdun özelliklerini anlatmaya…
- İyi zamanda geldiniz, dört kişilik odalarımızda yer var hala
Odaları gezdirdi bize, yeni boyanmış temiz zira kimse kalmıyor daha.
Geldik para meselesine kaç lira ödeyeceğimizi sordum
- 15.000 lira aylık
dedi 20.000 lira da depozito istiyor…
- Formalite amacıyla
- Ben zaten uzun kalmayacağım, yurt çıkacak
- Yurt çıkınca veriyoruz zaten geriye
anlaştık…
Sözleşmeler imzaladık, bir kağıt da depozito için uzattı…
- Bunu da imzala
Okudum dokuz ay müddetince yurtta kalınmazsa ödenen depozitonun iade olunmayacağı yazıyordu kağıtta, imza edince aksi halde hiçbir talepte bulunamayacağım anlamına gelen bir belge …
- Ya burada böyle yazıyor?
- Formalite o formalite, ayrılırken ödüyoruz
- !!!
Yok ki başka çare akşam oldu zaten geri döneceğiz Ünye’ye, ne olursa olsun dedim çaktım imzayı…
Artık barınma diye de bir problemim kalmamıştı, şükrolsun…
Odalara tekrar baktık bir odayı belirledik, bavul ve yorganı al gel kaldı geriye…
Ayrıldık yurttan hemen, yanı Ulus çıktık meydana Hasan Abi:
- Gel seni yürüyen merdivene bindireyim
- Binelim abi
Şimdilerde çok komik gelen bu diyalogdan sonra vardık Anafartalar Çarşısına…
Duymuş ve filmlerde görmüştüm, ama hiç yürüyen merdivene binmemiştim …
Bindik merdivenlere biz durduk, merdivenler yürüdü…
Harika bir şey bu…
Katları dolaştık, tekrar bindik…
Helal olsun bunu icat edene!
Aferin…
Oradan heykelin ayaklarına doğru, gerçekten hepsi yere basıyor mu bakışı attıktan sonra eski meclis, Ankara Palas, 19 Mayıs Stadyumunun yanından geçip gar, sonra da otogara vardık ilk otobüse bindik…
Ohhhh bee…
Kolay mı bir sürü iş hallettik, bir de yürüyen merdivene bindik, atın ayaklarını kontrol ettik…
Çok büyümüştü gözümde kayıt işi çook, ama bitti şükür…
Gece yarısı indik Ünye’ye zira Trabzon arabasıydı el salladım arkasından güle güle otobüs…
Ünye beni hemen tanıdı.
- Naber lan Ünye?
dedim cevap yok tabii belki de küsmüştü, anladı onu terk edeceğimi herhalde…
O beni eski ben sanıyordu hala, ama artık yürüyen merdivene bile binmiş birisiydim karşısında, yürüyüşüm bile değişmişti belki de…
Ama o bunu bilmiyordu….
Devrisi gün ballandıra ballandıra anlatıyorum Parkta arkadaşlara, bir günlük kısa Ankara hatıralarımı uzun uzun…
Adem geldi o ara, O da Ankara da bir okul kazanmış, ama kayda gitmemişti daha, ona da aktardım tecrübelerimi…
- Boş yere oraya kadar yönünü tutma Adem!
….
- Ööyle bir dönüş yapıyorsun ki zaten yönünü kaybediyorsun!
O’nun da yurt ihtiyacı var anlatıyorum hadiseyi,
- Fena değil yurt

- Yirmi bin lira depozitosu var ama formalite!
diyorum, seviniyor en azından beraber olacağımız için gurbet ellerde…
Sayılı gün çabuk geçiyor, veda zamanı geldi Ünye’ye…
Bir elimde telis çuvalda yorgan, diğerinde bavul…
Eray Turizmin Ankara otobüsü marifetiyle Ankara’ya gidilecek…
Annem ağladı, kız kardeşim ağladı ardımdan…
Babam yurtdışında…
Otobüsün camına kafamı yasladım, bir sürü şeyi ardımda bırakmanın verdiği karmakarışık düşünceler içindeyken otobüs hareket etti…
Saat 23:30…
Ünye ağlıyordu…
Aylardan Eylül’dü…
Yağmur yağıyordu….
Sabaha karşı vardık Ankara’ya, aydınlanmamıştı hava daha…
Yorganı ve bavulu aldım birer elime…
Taksici beni götürmek istemiyor başka bir tane bul diyor, şaşırıyorum…
Almıyor beyefendiler, çünkü Ulus yakınmış…
- Ulusun yakın olduğunu biliyorsun ama, atın hangi ayağının havada olduğunu biliyor musun akıllım?
Suratsız taksici şaşkın şaşkın bakıyor sadece…
Neyse insaflı bir tanesi çıktı yurda gittim…
Kapıyı açtı uykulu birisi, numara kaç dedi ve beni odaya kadar çıkardı…
Hemen yattım uyudum…
Uyandığımda çoktan öğle olmuştu…
Hemen kalktım Adem’i aradım. Zira gurbetteki ilk günümü yalnız geçirmek istemiyordum.
Ama yok .
Anons ettiriyorum, dahili anons sisteminden, bekliyorum gelen giden yok…
Anlaşılıyor ki kayıp Adem. Ne yapalım Onsuz keşfetmeye başlayacağız bu şehri.
Çıkıyorum yurttan Ulusa kadar gidiyorum başka bildiğim bir yer yok, bakıyorum ayaklarının hepsi yere basan atının üstünde duran Atanın heykeline, sonra kaybolurum endişesiyle geldiğim yerden geriye, Çankırı Caddesinden Dışkapı istikametine doğru biraz gidip dönüyorum, çok sıkılıyorum tekrar Dışkapı, oradaki sinemaya iki film birden birinin yarısında giriyorum diğerinin yarısında çıkıyorum.
Sıkıntı basıyor beni.
Yurda dönüyorum yok işte yok adı batasıca…
Akşam geç saatte geliyor Adem.
- Ya nerdesin?
- Arkadaşlarla Anıtkabire gittik
- Ulan gün boyu seni aradım, çatladım sıkıntıdan.
Neyse gelmişti artık, tanıdık biri vardı sohbet edecek. Tanıştıkları ile tanıştık, çemberi büyültmeye başladık. Bazıları birkaç yıldır yurttalar.
- Depozito aldı değil mi Reşit sizden?
- Verdik ama formaliteymiş.
- Yaa formalite, yine yaptı yapacağını
- Ne oldu ki?
- Bu her yıl böyle yapar yenilerden alır depozitoyu bir daha geri vermez, taahhütname de imzaladınız değil mi?
- Evet ama formalite
- Su için üzerine, adam bunun üzerine kurmuş sistemini
- Ben alırım paramı arkadaş
Sonra anlatıyor yeni tanıştığımız arkadaş, kimler neler yapmadılar, ne kavgalar ne polisler adamda tapu gibi belge var. Mümkünü yok alamazsın.
- Görürüz
diyorum.
- Göreceğiz
diyor.
Zaman sonra Kredi Yurtlar Kurumunun listeleri asıldı, gittik baktık ismim yok. Yani devlet yurdu çıkmamış bana. Üzülüyorum…
Ne yapalım, sokakta değiliz ya tesellisi ile kendime geliyorum ve fakat bu yurtta kalmam mümkün değil. Sevemedim bir türlü, kahvaltı kuyruğu, tuvalet-lavabo kuyruğu, hele banyo sırası. Yok yok mümkün değil.
Banyoda gazlı termosifonlar var lakin gaz yok, arada geliyor o da ilk girenlerin işine yarıyor sonra girdiysen buz gibi su.
Çözümü rüşvet vermekte buluyorum, görevliye bir avuç fındık veriyorum, sabah erkenden ilk beni kaldırıyor haydi çabuk ol, yakıyorum kazanları diye.
Ama yok ben buraya daha fazla dayanamam. Bir yolunu bulup ev filan bulmalıyım, fakat bu depozito işi de kafamı kurcalıyor. İyi para o zamanda.
Yurttaki on beşinci günümüzde, Adem geldi heyecanla:
- Ben ayrılıyorum
- Ya nereye
- Bizim okulun yakınında yaşlı bir kadının yanına
- Nasıl yani
- Biz yaşlarda bir oğlu var, üç tane de pansiyoner öğrenci alıyormuş oraya gidiyorum
Eyvah Adem de gidiyor. Sıkıntı bastı beni yine.
- Ya Adem, bana da yer yok mu orada?
- Biri daha gelecekmiş
- Konuş beni alsın
Telefon ettik ev sahibesine, akşama kadar süre vermiş karar vermek için gelmezse olur dedi.
Sıkıntım bu kez heyecana dönüştü. Eşyalarını topladık Adem’in, bindik taksiye gittik kalacağı eve. Tanıştık, Güzin’di adı yaşlı kadının, Adem’i yerleştirdikten sonra döndüm yurda akşamı iple çekiyorum, acaba gidebilecek miyim.
Akşamoldu beklenen telefon geldi, diğer çocuk vazgeçmiş tamamsın dediler. Havalara uçtum.
Hemen topladım eşyalarımı atladım taksiye doğru Keçiören Bulut Sokak, Bulut Apartmanına.
Güzin Teyze sayıyor şartları; otuz bin lira aylık, her şey dahil full pansiyon, çamaşır ve ütü dahil.
Deniz, Güzin Teyzenin oğlu yaşıtız, diş hekimliğinde okuyor. Aydın’lı Yıldıray, Ankara Tıpta okuyor, Adem ve ben toplam beş kişilik bir aile oluverdik birden. Ne güzel, bir evimiz var artık.
Çay içerken sohbet açılıyor, Adem depozitoyu alamadığını anlatıyor, Güzin Teyze bana soruyor aldın mı diye
- Ben alırım diyorum gayet iddialı. Ama alabileceğimi sanmıyorum. Anlatılanlara bakılırsa hiç alan olmamış, birinin abisi polismiş gelmiş zorlamış ama vermemiş adam.
Ertesi gün Pazar, öğle saatlerinde gidiyorum yurda, ayrıldığımdan haberleri yok, arkadaşlarla konuşuyoruz, ayrıldığımı söylüyorum.
- Ben şimdi gideceğim ve depozitoyu alacağım
- Tabi, tabii
diyor arkadaşlar gülüşüyorlar birbirlerine bakaraktan…
- Ben Ünyeliysem adım da Kuşcu ise alırım arkadaş!
- Alırsın alırsın
- Üçün birini
Çıktım müdüriyete, ama hala bir planım yok, doğruyu söyleyerek almam da mümkün değil, çaldım kapıyı, daldım içeriye,
- Buyur Kuşcu
- Abi kolay gelsin
- Sağol
Çok üzgün bir ifadeye bürünüyor ve başlıyorum oynamaya,
- Abi ben ayrılmak durumundayım
- Hayırdır, neden?
- Abi biliyorsun, geçen hafta Ünye’ye gittim
- Ee?
- Babamın hasta olduğunu söyledilerdi
- ….
- Gittim ne göreyim, rahmetli olmuş, söylememişlerdi bana giderken
- Hadi yaaa
- ….
- Allah Rahmet eylesin, başın sağ olsun
Nerdeyse kendim de inanıp ağlayacağım.
- Sağ ol Abi
- Nereye çıkıyorsun peki?
- Abi geçimimizi babam sağlıyordu, başka bir gelirimiz de yok
- ….
- Halam var burada hiç istemiyorum ama mecburen onun yanına çıkacağım, başka çarem yok, bir de ayarlayabilirsem, iş bulup çalışacağım.
- Yapma yaa üzüldüm şimdi
- Ne yapalım abi, çare yok!
- ….
- Neyse abi kaçayım ben, her şey için sağ olun
- Dur dur nereye?
- Gidiyorum Abi
- Senin harçlığın da yoktur şimdi?
- Yok valla Abi
Onu bitirdiğim andı, tamam bu iş dedim kendi kendime gayet üzülerek!
Döndü arkasındaki kasayı kocaman anahtarıyla açtı, içinden yirmi bin lira aldı, bana dönerek
- Bak kimseye vermiyoruz depozitoyu biliyorsun
- Biliyorum Abi
- Al bunu senin ihtiyacın var buna
- Sağol Abi
- Kimseye söylemeyeceksin ama
- Söylemem Abi
- Söz mü?
- Söz!
Aldım parayı bir an önce çıkmak ve dışarıda kahkaha atmak istiyordum. Sarıldık çıktım.
Arkadaşlar aşağıda merakla bekliyorlar.
- Ne oldu aldın mı üçün birini?
- Söylemem söz verdim!
- Ne sözü?
- Söyleyemem
Cebimden çıkardım paraları, suratlarına doğru salladım pis pis sırıtarak
- Buna para derler, az önce depozitoydu bu! Ama söylemem aldığımı!
- Ulan helal olsun sana
- Ben demedim mi size?
- ……
- Bana Ünyeli derler, yazın bunu yurdun duvarlarına
- ……..
- Haydi eyvallah hakkınızı helal edin
Arkadaşlarla ayrıldık eve geldim olanları anlattım, Güzin Teyze biraz paragözlülüğünden
- Aferin Meemet, gördün mü Adem almış parayı
- Almış valla helal olsun
O parayla bir sürü hediye alıp Ünye’ye gittim…
Kızgındı bana, tanımazdan geldi…
- Naber lan Ünye
dedim, güldü…
Tanıdı beni, kucaklaşıp barıştık…
Aradan yıllar geçti, yaşlandık, Ünye’ye senede birkaç günlüğüne gidip gelebiliyorum artık, her defasında kucaklar beni ana şefkatiyle…
Taa o zamandan beri, ne vakit geri dönsem ağlar…
Ben hep yağmurla ayrıldım oradan….
Ünye’den…


Mehmet KUŞCU
Eylül 2006

Bir Yol Hikayesi

Geçmiş zaman oldu senesini hatırlamakta güçlük çekiyorum ama öyle sanıldığı kadarda uzak bir zaman değil.

Sovyetler Birliği glasnost ve perestroyka depremi ile tuz buz olmuş her bir parçada kalan insanlar da ekmek adına, geçim adına akın akın kısmetlerini dış dünyada arar olmuşlardı. Tercih ettikleri ülkelerden biri de Türkiye idi.

Boylu boyunca, inci taneleri gibi dizilmiş Karadeniz sahil kentleri, o dönemde yeni bir istilayla karşı karşıya kaldılar:

Ruslar…

Beraberlerinde bir sürü ve birçoğunun ne işe yaradığını anlamak için uzman olunması gereken malzemeyle Ruslar gelmişti…

Bakmayın siz benim Ruslar dediğime, Kırım Türkleri, Gürcüler, Azeriler, Beyaz Ruslar eski Sovyetler Birliği ülkelerinin her yerinden geldiler, devasa Ikarus marka otobüslerle…

Karadeniz’in her inci tanesi gibi Ünye’ye de geldiler ve burada birdenbire Rus Pazarı oluşuverdi...

O zamanlar çoğu meraktan bir sürü insan sabah erken saatlerde pazara gelecek otobüsleri beklemeye başladılar. Sabırsızlıkla ve heyecanla. Çünkü çok farklı yönlere hitap eden çeşitlilikte malzeme getiriliyor ve burada bazılarının da çok işine yarıyordu.

Oysa yıkılan devletlerinin fabrika ve atölyelerinden yağmaladıkları, araba parçası, dikiş makineleri, tırpan gibi hırdavat malzemeleri, nişan ve madalyalar, halı, kilim, ceviz içi ve papağanına varıncaya kadar çok geniş bir yelpazede eşyaydı bunlar.

Ünye’nin sebze ve meyve üreten insanları için yapılmış bulunan Yeni Halin yanındaki sundurmalı ve betondan tezgahlı pazarına, şimdi uzak-yakın ülkelerden satış yapmak amacıyla gelen insanlar tezgah açtı ve burası bir anda Rus Pazarı adını aldı. Gürcistan ve Azerbaycan’dan gelenler ağırlıkta oldukları için iletişim problemi de yaşanmadı Türklerle yabancı esnaf arasında. Pazarla ilgilenen herkes biraz gürcüce biraz Rusça öğrendi bu sayede… Gerçi Ünye’de Gürcü asıllı vatandaşların bu iletişim hareketinde önemli bir yeri oldu. Yeni bir dil sentezi oluşuverdi: Türkçe, Gürcüce ve Rusça karışımından…

- Es ramitata bico? (ya da gogo)
- Ati dolari
- Esa?
- Erti, ori,sami,othki, khuti, eksvi, shvidi, rva, tskhra, ati.…
- Minimum?
- Da da!
- Niyet
- Aha bu kaç dolari bico? (!)

gibi kelimeler hayatımızın içindeki yerlerini aldılar çarçabuk…

O sıralar ben de fırsat buldukça uğrar bakardım pazara sırf meraktan. O zamandan kalma bazı malzemeleri hala kullanırım.

Yine bir sabah erkenden gittim pazara şöyle bir piyasa yapayım diye. Bir grup gelmiş malzemelerini taşıyordu tezgahlara, bekledim neler çıkaracaklar diye. Kendi aralarında anlamadığım bir şeyler konuşarak açıverdiler bir anda tezgahı. Dikkatimi ceviz ağacından yapılmış, el oyması işli, büyükçe bir kutu çekti. Açtım baktım ki, bir tavla...

Sordum hemen:
- Es ramitata?( Bu kaça)
- Esa? ( Bu mu)

Kafamı evet anlamında aşağı yukarı salladım, eline bir hesap makinesi aldı yaşlı kadın satıcı. Bir şeyler yazdı, sildi, hesap yaptı, yanındaki adama gösterdi. Bu defa adam aldı makineyi ve bana uzatarak çıkan rakamı gösterdi, 40 yazıyordu,
- Dolari
diye de ekledi

Bu pazar için çok fazla paraydı 40 dolar, ama çok beğenmiştim tavlayı muhteşem el oymaları ile işlenmiş büyük boy ahşap bir tavlaydı. Pazarlığa giriştim tavla elimde.

-Minimum minimum?

diyorum bir taraftan en son kaça vereceksin anlamında. Adam kurt, anladı alıcı olduğumu ve baktı başka ilgilenenler de var

- Minimum maksimum bu!

Çaresiz verdim dediğini hemen oradan ayrıldım, iyi iş yapmış mutlu bir işadamı edasıyla. Yeri belliydi çünkü, hediye olarak almıştım bu tavlayı ileriki günlerde lazım olacak diye….

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bir yaz akşamı Liseler Mahallesi’ndeki evimizde otururken telefonun sesi duyuldu birden. Kalktım, ahizeyi kaldırdım, baktım Nurdan..

- Hafta sonu düğünümüz var bekliyoruz
- Öyle mi, çok sevindim hadi hayırlısı.
- Önce Mucur’da kına ertesi gün Torbalı’da düğün. Ona göre ayarla kendini. Bak sözün var mutlaka bekliyorum…
- Kısmet!

dedim her zamanki gibi,

- Kısmet Nurdan’cığım. Herhalde Torbalıya gelebilirim ancak.
- Yaaa kınamda da istiyorum seniii
- Yok yok sen kınanı yak, ben Torbalı’da katılırım eğlenceye!
- Tamam. Bak ama Torbalıya gelince Yılmazın dayısı var onu bulacaksın.
- Kimmiş?
- Mobilyacı Ali Rıza herkes tanırmış orada, onu bul o seni eve getirir.
- Peki.

dedim telefonu kapattım, Ali Rıza ismini hafızama kazıdım mobilyacı diye de ekledim. Hemen hazırlıklara giriştim emaneti kaldırdığım yerden çıkardım. Süslü ambalaj kağıdı ile hediye haline getirdim bizim tavlayı…

Nurdan Gazi’den okul arkadaşım, O maliye bölümünü bitirdi, ortak arkadaşımız olan, bizim sınıftan Yılmaz ile seviyorlardı birbirlerini. Bahçelievler’deki kahveye gittiğimiz zamanlarda ikisi hemen tavlanın başına geçip başlıyorlardı oynamaya. Ta o zaman diyordum onlara,

- Size düğününüzde alacağım hediye belli.

diye. Her türlü ısrarlarına rağmen söylemiyordum onlara. Ama yapacaktım bir muziplik. Onlara almayı düşündüğün hediye bir tavlaydı…

İki akşam sonra, bir koltuğumda tavla, bir elimde bond çanta, Liseler Mahallesi, Rus Pazarı ve Ünye’yi ardımda bırakarak, Ankara’ya doğru yol alacak olan Eray Turizm otobüsüne bindim. Tavlayı özenle yerleştirdim otobüsün üst rafına, yer kalmadı çantayı da koltuğun altına koydum, Ya Allah Bismillah, ver elini Ankara…

Amacım sabah Ankara’da olup hem bir iki arkadaşa uğramak, hem de uzuuun İzmir yolculuğunu ikiye bölmekti. O günü geçirdim Ankara’da, akşam 23.30’u geçe geldim AŞOT’a. Bir iki firmaya sordum anladığım şuydu: İzmir otobüslerinin kalkış saatleri geçti hepsi gitti. O sırada aradan biri fırladı;

- İzmir mi abii?
- Evet
dedim gayri ihtiyari başıma gelecekleri tahmin ederekten.

- Gel abi!
- Hangi firma?
- Gel abii!
- Ya, hangi firma?
- Uşak Özlem abi gelll!

Uşak Özlem iyi firmaydı. Sibel’i çok yolcu etmiştik zamanında Uşak’lıydı hep bu firmayla giderdi. Aldım biletimi aracı beklemeye başladım peronda. Birazdan korktuğum başıma geldi tabii ki.

- Ya abi araba bozulmuş gel ben seni diğer otobüse vereceğim!
- !!
- Gel abi gel, çabuk ol.

Mecburen gittim ardı sıra, bir de baktım doğu Karadeniz firmalarından birinin Rize’den gelen otobüsü.

-Ya bu ne, nerde Uşak Özlem?
- Valla başka araba yok abi, bu da son araba, sen bilirsin.
-!!

Çaresiz ben, bond çanta ve tavla bindik yoldan gelen kötü kokmuş eski model 302 S otobüse. Bond çanta koltuk altındaki yerini aldı, tavlayı da gayet itinalı bir biçimde yukarıya yerleştirdim. Yoldan geldiği için otobüsün içi çok fena kokuyordu. O devirde şehirlerarası otobüslerde sigara içilebiliyordu, benden önce oturan çok dertli olmalı ki, bu konuda bayağı bir icraat yapmıştı. Küllük ağzına kadar doluydu. Yanımdaki adam uyuyordu. Sol tarafımda yaşlı bir kadın başını sıkı sıkı ikinci bir çemberle bağlamış, belli ki rahatsız, iki kişilik koltukta yalnızdı. Başını koridor tarafındaki kolçağa koymuş, iki koltuğa birden sığabildiğince uzanmıştı.

Polatlı’da otuz dakika dinlenme ve çaylar şirketten molası verdikten sonra yolun kabasını almak üzere koyulduk yola, ama ne koyulma, söylenmeye başladım kendi kendime,

-Bu gitmeler gitmek değil!

Şoför sanki uçuracak eski model otobüsü. Ne kasis dinliyor ne çukur. Dümdüz gidiyor hızı da tabakhaneye malzeme götürenlerin iki katı…

Tangır-tungur giderken uyuyakalmışım, ta ki düştüklerimizden çok daha büyük olduğu çıkan gürültüden belli olan çukuru atlayıncaya kadar. Güm diye bir ses peşinden kütt ve sonunda ahhhhh…

Dingildedim, bir anda ne oluyoruz derken yanda uzanan yaşlı kadın kalkmış ofluyor, bir yandan da kafasını ovuşturuyor. O anda yerde duran paketi görmemle anladım mevzuuyu.

- Eyvah, ya kırıldıysa tavla!

Kalktım, kadim bir dostu düştüğü yerden kaldırırmışçasına itinayla aldım yerden. Sağını solunu yokladım. Bu kez onu da diğer koltuğun altına koydum, hiç olmazsa oradan düşemez.

Ama aklım hala onda, ya kırıldıysa?

Tavlanın kırılıp kırılmadığına anlayamadım ama beni izleyen yaşlı kadın bu hareketlerime bir anlam verememiş olmalı ki;

- Senun mi o?
- Evet benim teyze.
- Niye duzgin koymayisun a oni oraya? Kafama duştii.
- Teyze bunu bana söyleme şu şerefsize söyle de düzgün gitsin yoluna!

diye bağırmışım bir anda.

Sesim otobüsün içinde yankılanınca herkes dikkat kesildi bana bakıyor. Işıkları yaktı şoför, muavin geldi,

- Ne oldii?

Yaşlı kadın anlattı olayı kendince,

-Zaten başum ağriydu

diyerek bitirdi sözünü.

Muavin bana döndüğünde şoförü biraz dikkatli gitmesi için uyarmasını söyledim. Seğirtti gitti ön tarafa lambalar söndü bir sigara yaktım. Sinir katsayım dikkate değer oranda yükselmişti. Küllük dolu olduğundan başladım pis otobüsün koridoruna doğru atmaya külleri. Hızlı şoförün hızlı muavini damladı yanıma,

- Angaralu hemşerum ne yapiysun?
- Sigara içiyorum.
- Haçan niçun buraya ataysun?
- Ne yapayım?
- Küllüğe atsan ya!
- Hıı, küllük?

Eliyle küllüğü gösteriyor bir yandan da,
- Aç bakalım?
- ………
- Niye boşaltmıyorsun bunu?
- ………

Uzaklaştı gitti geldiği yere. İnadına yapmıştım aslında. Her hareketi hatalıydı çünkü küllük boşaltmaz muavinin.

Gece yarısı bir sesle irkildim, ışıklar yanmış ve durmuştuk.

- Huoppp, Afyon’da incek kimdu?
sırayla herkese sordu, uyuyanları da uyandırarak küllük boşaltmaz muavin.

Neyse bulundu inecek olan indirildi, yola devam ederken tam dalmışım yine aynı ses:

- Huoopp, Uşak’ta incek kimdu?

bu bir kabus olmalıydı, kendime geldim sağa sola ve tavlaya baktım yok hayır kabus değildi.

Uzatmayalım İzmir’e gelinceye kadar neresi varsa, Kula, Salihli, Ahmetli, Turgutlu hepsinde aynı kabusu yaşattı bana ve otobüstekilere küllük boşaltmaz muavin, adını sormadım gerek de duymadım zaten. Büyük ihtimalle Ferdi’ydi, Fredy’nin kabusu gibi, Ferdi’nin kabusu…

Neyse ben, yol arkadaşlarım bond ve tavla sonunda vardık İzmir otogarına hey güzel İzmir. Gözüme bu kadar güzel gelmemişti hiç. Çünkü benim ilk gelişimdi İzmir’e …

Kabus bitmiş ve güzel bir gün beni bekliyordu Torbalı’da

Vakit kaybetmeden buldum Torbalı-İzmir arabalarını atladık hemen, erken saatler olduğu için pek yolcu da yoktu. Bond ve Tavlayı da yanıma oturttum bu kez. Ver elini Torbalı…

Bir saat civarında sürdü yolculuğumuz veeeeeee buyurun Torbalı….

Ohh be dedim serin bir Torbalı sabahında,

- Günaydın Torbalı herkese günaydın…

Neydi adı?

Ali Rıza evet, hemen bulmalıydım Ali Rıza’yı mobilyacı olan hani herkesin tanıdığı…

Bir elimde bond, diğer kolumun altında tavla birlikte ilk gördüğümüz mobilyacıya girdik.

- Selamünaleyküm,
- Aleykümselam buyurun,
- Hayırlı işler!
- Sağ ol,
- Ya abi, mobilyacı Ali Rıza’nın dükkanını arıyorum ben.
- Kim?
- Ali Rıza,
- Valla çıkaramadım.
- Eyvallah hayırlı işler

Olabilir bu bilemeyebilir, belki de rakip diye söylemek istemedi mümkün

Hah işte bir mobilyacı daha, daldık içeri ben, bond ve tavla, selamlaşmadan sonra sordum Ali Rıza’yı.

Yaşlı adam düşündü düşündü,

- Hımm, Ali Rıza?
- ……
- Mobilyacı mıymış bu?
- Evet amca!
- Valla yeğenim 38 yıllık mobilyacıyım ben burada mobilyacı Ali Rıza diye birini tanımıyorum.
- !!!

Aldın mı başına belayı şimdi, Yılmazın telefonu da yok, cep telefonu zaten yok o yıllarda…

-Ne yapacağız şimdi bond, tavla hı!?

Önünde asmalı çardak olan kahveyi görünce hemen gidip oturdum. Tabii bond ve tavla da masanın üzerine konuşlandılar. Kahveci geldi çay söyledim. Düşünmeye başladım. Nasıl bulacağım bunları.

Amacım erken ulaşıp diğer yerlerden gelecek olan ve fakat uzun süredir görüşemediğim arkadaşlarla da birlikte olmak…

Yoksa beklerim akşamı saat 19 da başlıyor düğün belediyenin salonunda, daha on saat var ne yaparım buralarda. Derken aklıma Ali Abi düştü…

Ali Abi, biz okulda iken bir ara gelmişti Ankara’ya. Yılmaz’da bizim eve getirmişti, balık yapıp ziyafet çekmişti bize…

Ama soyadını sorsanız bilmem. Ali Abi idi o benim için, nerden bilirdim ki yıllar sonra lazım olacak, almaz mıydım o zaman cemaziyelevvel ve cemaziyelahirini!

Durun bir dakika ne iş yapıyordu Ali Abi?

Tabi biliyorum birahanesi vardı Torbalı’da…

Kaç birahane vardır ki burada, hem kaç tanesinin sahibi Ali olabilir? Olsa bile biçare dolaşacağız Ali, Ali…

Çıktık kahveden az ileride bir meydan çıktı karşıma. Ali Abi bulacak adamın karşısına çıkar birahane… Hiç düşünmemiştim, bir birahane gördüğümde bu kadar sevineceğimi…

Yaklaştım dükkana kapı duvar. Tabi bu saatte açılır mı birahane? Bitişiği kahve önünde insanlar oturuyor. Gözüme kestirdim birini yanaştım yamacına;

- Merhabalar,

Bacak bacak üstüne atmış olan adam hemen bacaklarını indirdi kaykıldığı sandalyeden doğrularak,

- Aleykümselam
- Dayı bu birahanenin sahibi kim?
- Ne yapacaksın, niye soruyorsun?

Bir tek umudum kaldı, bu da olmazsa sen seyreyle bendeki feryadı diyerekten, düğüne geldiğimi herkesin tanıdığını söyledikleri Ali Rıza’yı burada tanıyan bir Allah’ın kulu olmadığını anlattım.

İçeriye doğru seslendi:

- Neydi la bunun adı?
- Kimin emmi?
- Şuranın sahibi ya

dedi parmağıyla mekanı işaret ederek.

- Kim soruyor?
- Ya bırak kimin sorduğunu, neydi adı Ali miydi?
- Ali olacak Hasan emmi Ali
- Ali

dedi bana gayet kendinden emin bir eda ile…

- Ama saat üçten önce açmaz bunlar.
- Hadiii…
- Peki adresini telefonunu bilen yok mu?
- Biz bilmeyiz. Aha orda taksiciler var onlar bilir.
- Sağ ol emmi…Eyvallah..
- Bir çay içseydin yeğenim

Cevap bile vermeden uçtum taksi durağına. Küçük bir kulübe, önüne attıkları taburelere yayılmış biri yaşlı üç kişi kendilerine doğru yöneldiğimi anlayınca düzelttiler oturuşlarını,

- Selamünaleyküm
- Aleykümselam

dediler bir ağızdan.

Elimle birahaneyi göstererek,

- Şuranın sahibi Ali’yi bilir misiniz?

Biliriz dediler hep birlikte yine…

- Ya evini bilir misiniz?

- Bilirim

dedi başını aşağı doğru sallayarak genç olanlardan biri.

Tamam dedim çözüyoruz işi kendi kendime.

- Beni götürür müsün Ali’nin evine?

Genç adam, biraz önce öne doğru eğdiği başını, bu kez tam tersi yönde olumsuz bir edayla yukarı kaldırarak

- Götüremeyiz!
- Haydaa niye?
- Götüremeyiz kardeşim. Ali ağabeye yanlış yapamam ben!
- Nasıl yani?
- Ben sana bir şey diyeyim mi?
- De!
- Valla ben senin tipini hiç beğenmedim bilader!
- ………
- ………
- Ne demek şimdi bu?
- Boynunda kravat, elinde şu çanta, sen sağlam adam değilsin.
- ………
- Ya avukatsın, ya da maliyeci!
- Yok kardeşim avukat filan değilim ben, maliyeyle alakam da Sevda’yla sınırlı.

fakat adam Nuh diyor ama, peygamber olmadığı konusunda ısrar ediyor….

Bir tarihte götürmüş bu şekilde birini, avukatmış gelen götürdüğü adama haciz için gitmiş, çok büyük yanlış yaptığını, bir daha da böyle bir şeyle karşılaşmak istemediğini anlattı.

- Bak, kravatı gördün, hadi bizim bonda da şu çanta dedin, e peki bu cicili bicili hediye paketini niye görmüyorsun?

Taaaa Ünye’den geldim , kaç kilometre biliyor musun buraya?

Adam hiç oralı değil, nereliyse artık!

O zamana kadar konuşmaya katılmayan yaşlı taksici;

- Delikanlı büyük ihtimalle doğru söylüyor, ama sen de haklısın, bence sen bunu al götür, bir sokak aşağıda arabada otursun Ali’ye haber ver gelsin baksın, doğruysa teslim edersin, doğru söylemiyorsa beraber bir güzel ıslatırsınız!

Diyerek raconu kesti…

Ben atıldım hemen:

- Hatta ben gelmeyeyim oturayım burada paranı da vereyim git sen bul Ali’yi ve Yılmaz’ın düğünü için Kuşcu gelmiş de, O zaten gelecektir buraya.

Kabul görmedi benim önerim, tamam dedi sıkıntılı bir şekilde hadi gidelim…

- Ama arabadan inmeyeceksin!
- …..
Kalktık ben, bond ve tavla kurulduk sarı renkli Renault’un arka koltuğuna.
Biraz gittikten sonra durdu, sen burada bekle sakın inme diyerek gitti.
Birazdan Ali Abi, uykusu, kollu beyaz atleti ve çizgili pijamasıyla birlikte döndüler…

Sarıldık birbirimize
- Hoş geldin Kuşcu
- Zor bulduk!

dedim hoş bulduk yerine.

- Ne ulaşılmaz adammışsın yahu!

Başımdan geçenleri ona anlattım çok güldü halime. Güler tabii dedim. Ne çektiğimi bir ben biliyorum bir Allah, bir de bond ve tavla ikilisi…

Hemen Yılmaz’ın baba evine götürdü beni, emaneti teslim etti bir anlamda. Çok sevindiler arkadaşlar da gelmişti sarmaş dolaştık. Çağırdım Nurdan’ı,

- Al kızım şunu, başına bir iş daha gelmeden teslim edeyim!

diyerek hediyesini verdim. Hemen açtı oracıkta, görünce bayıldı

- Tavlaaaa!!!


Gelelim herkesin tanıdığı Ali Rıza’ya; bir mobilyacının yanında çalışıyormuş sadece, Nurdan’a öyle söylüyorlar, o da bana, kızın da bir suçu yok aslında, Ali Rıza’nın da…

Ha bu arada tavlada herhangi bir hasar da yok şükür, Nurdan’ın salonun bir köşesinde duruyor. Evlendiler mutlular iki kızları var. Bahtları açık olsun!!!

Ruslar mı?

Onlar da gelmiyor artık Ünye’ye eskisi gibi…

Mehmet KUŞCU
Haziran-2006