25 Aralık 2007 Salı

Depozito

Yıl 1985…
Aylardan Eylül…
Ünye’deyim…
Üniversite sınavına girmiş, Ünye Lisesinden mezun olmuş, sonuçta Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü kazanmışım…
Kayıt yaptırmam gerekiyor. Bunun içinse Ankara’ya gitmek…
Ankara…
Başkent Ankara…
Gitmemişim o zamana kadar Başkente, gördüğüm en büyük şehir Samsun…
Hani İstanbul olsa bir sürü tanıdık var orada yardım isteyebileceğim, ama Ankara’da tanıdık kimse yok…
Gidilecek, okul bulunacak kayıt olunacak ve barınmak için de bir yer ayarlanacak…
Kolay mı hiç bilmediğim ve neyle karşılaşacağım belli olmayan, kocaaa şehre yalnız gitmek?
Ne ile karşılaşacağımı bilmediğimden korkuyordum belki de…
Ne yapacağım, ne edeceğim diye düşünürken Hasan Abi geldi aklıma…
Hasan Abi terzi o zamanlar Ünye’de, boş zamanlarımızı arkadaşlarla onun dükkanda geçiriyoruz çoğunlukla…
Askerliğini Ankara’da yapmış, Mamak’ta…
Ankaralı sayılır bana göre…
O’na mevzuuyu anlattım,
- Ankara’ya birlikte gidelim Hasan Abi, masrafların benden…
- Gidelim lan Memet!
Rahatlamıştım. Biletleri aldım bindik otobüse…
Yolda anlatıyor Hasan Abi
- Ankara’da insan yönünü karıştırıyor
- Neden?
- Orda deniz yok ya! Gidince anlarsın.
- Allah Allah…
Neyse yol bitti Ankara’ya girdik.
Ben hala yönümü takip ediyorum…
Yönüm aklımda…
Samsun-Konya yolundan otogarın (o zamanlar şimdiki yerinde değildi otogar) olduğu yola bir köprülü kavşaktan derin bir dairesel dönüş yaptık, bende yön mön kalmadı…
Yönümü kaybettim…
- Haklıymışsın Abi
Gülerek bilmiş bilmiş:
- Ben demedim mi?
……..
Neyse, indik çorba kahvaltı faslını geçtik bir yerlerde, hatırlamıyorum bi yer de bildiğim yok zati…
Yürüyerek Tandoğan üstü Beşevler olduğunu sonradan öğrendiğim yere geldik…
Dikkatim hep yürüyüş güzergahı üzerindeki beton aydınlatma direklerinin üzerine yapıştırılmış ilanlarda:
“Re-Sa Erkek Öğrenci Yurdu, Ankara’daki eviniz, sıcak sulu, kaloriferli, nezih bir ortamda, yurdumuzda ailenizin sıcaklığını aramayacaksınız”
Her direğe yapıştırmışlar, fotokopi ile çoğaltıldığı belli ilanı…
Bu iyi diye düşündüm kendi kendime…
Elde var bir, en azından bir yurt adresi öğrendik…
Okulu aradık, bulduk, evrakı hazırladık, Şekerbank’ın uzun kuyruğundan korktuk harç yatırmak için gittik taksiyle Maltepe şubesine yatırdık, döndük kaydolduk…

İşlem tamam…
Sırada yurt ayarlamak var…
-Abi şu ilandaki yere gidelim bir bakalım
dedim…
O anda başladı işte Re-Sa hikayemiz.
Tekrar taksiye bindik o zamanlar yeni çıkmış Opel Ascona Dizel otomobiller, bazı taksiler ondan. Bekledik maksat Ascona’ya binmek !
Geldi bir tane kırmızı renkli cillop gibi …
El ettik, durdu, bindik…
- Nereye abi?
- Ulus, Anafartalar Karakolunu biliyor musun?
- Evet
- İşte oraya…
Yola düştük, ilk o zaman gördüm Ulus'daki Atatürk Anıtını…
- İyi bak
dedi Hasan Abi
- Heykelle ilgili bir şey soracağım sana iyi bak!
- Bakıyorum, baktım, ıradı heykel.
Çok dikkatli baktım ben de, oradan sapınca merakla;
- Sor bakalım
- Atın hangi ayağı havada
- Sağ ön
- Değil
- O zaman sol ön
- I ıhh
- Arka ayakları olacak değil ya abi?
Taksici çok güldü bu lafıma,
- Hakikaten ben de merak ettim kaç kere geçerim her gün buradan, hangi ayak abi?
- Hiç birisi!
dedi Hasan Abi gülerek.
Şaşırmıştım ben de. Öyle ya mutlaka bir ayağı havada olmalıydı …
Durdu taksi. Anafartalar Polis Karakolu yazan binanın önünde.
Adres öyleydi Anafartalar Polis Karakolu arkası…
Aradık bulduk, yukarı çıktık çok sevimli karşıladı bizi yurt müdürü, başladı yurdun özelliklerini anlatmaya…
- İyi zamanda geldiniz, dört kişilik odalarımızda yer var hala
Odaları gezdirdi bize, yeni boyanmış temiz zira kimse kalmıyor daha.
Geldik para meselesine kaç lira ödeyeceğimizi sordum
- 15.000 lira aylık
dedi 20.000 lira da depozito istiyor…
- Formalite amacıyla
- Ben zaten uzun kalmayacağım, yurt çıkacak
- Yurt çıkınca veriyoruz zaten geriye
anlaştık…
Sözleşmeler imzaladık, bir kağıt da depozito için uzattı…
- Bunu da imzala
Okudum dokuz ay müddetince yurtta kalınmazsa ödenen depozitonun iade olunmayacağı yazıyordu kağıtta, imza edince aksi halde hiçbir talepte bulunamayacağım anlamına gelen bir belge …
- Ya burada böyle yazıyor?
- Formalite o formalite, ayrılırken ödüyoruz
- !!!
Yok ki başka çare akşam oldu zaten geri döneceğiz Ünye’ye, ne olursa olsun dedim çaktım imzayı…
Artık barınma diye de bir problemim kalmamıştı, şükrolsun…
Odalara tekrar baktık bir odayı belirledik, bavul ve yorganı al gel kaldı geriye…
Ayrıldık yurttan hemen, yanı Ulus çıktık meydana Hasan Abi:
- Gel seni yürüyen merdivene bindireyim
- Binelim abi
Şimdilerde çok komik gelen bu diyalogdan sonra vardık Anafartalar Çarşısına…
Duymuş ve filmlerde görmüştüm, ama hiç yürüyen merdivene binmemiştim …
Bindik merdivenlere biz durduk, merdivenler yürüdü…
Harika bir şey bu…
Katları dolaştık, tekrar bindik…
Helal olsun bunu icat edene!
Aferin…
Oradan heykelin ayaklarına doğru, gerçekten hepsi yere basıyor mu bakışı attıktan sonra eski meclis, Ankara Palas, 19 Mayıs Stadyumunun yanından geçip gar, sonra da otogara vardık ilk otobüse bindik…
Ohhhh bee…
Kolay mı bir sürü iş hallettik, bir de yürüyen merdivene bindik, atın ayaklarını kontrol ettik…
Çok büyümüştü gözümde kayıt işi çook, ama bitti şükür…
Gece yarısı indik Ünye’ye zira Trabzon arabasıydı el salladım arkasından güle güle otobüs…
Ünye beni hemen tanıdı.
- Naber lan Ünye?
dedim cevap yok tabii belki de küsmüştü, anladı onu terk edeceğimi herhalde…
O beni eski ben sanıyordu hala, ama artık yürüyen merdivene bile binmiş birisiydim karşısında, yürüyüşüm bile değişmişti belki de…
Ama o bunu bilmiyordu….
Devrisi gün ballandıra ballandıra anlatıyorum Parkta arkadaşlara, bir günlük kısa Ankara hatıralarımı uzun uzun…
Adem geldi o ara, O da Ankara da bir okul kazanmış, ama kayda gitmemişti daha, ona da aktardım tecrübelerimi…
- Boş yere oraya kadar yönünü tutma Adem!
….
- Ööyle bir dönüş yapıyorsun ki zaten yönünü kaybediyorsun!
O’nun da yurt ihtiyacı var anlatıyorum hadiseyi,
- Fena değil yurt

- Yirmi bin lira depozitosu var ama formalite!
diyorum, seviniyor en azından beraber olacağımız için gurbet ellerde…
Sayılı gün çabuk geçiyor, veda zamanı geldi Ünye’ye…
Bir elimde telis çuvalda yorgan, diğerinde bavul…
Eray Turizmin Ankara otobüsü marifetiyle Ankara’ya gidilecek…
Annem ağladı, kız kardeşim ağladı ardımdan…
Babam yurtdışında…
Otobüsün camına kafamı yasladım, bir sürü şeyi ardımda bırakmanın verdiği karmakarışık düşünceler içindeyken otobüs hareket etti…
Saat 23:30…
Ünye ağlıyordu…
Aylardan Eylül’dü…
Yağmur yağıyordu….
Sabaha karşı vardık Ankara’ya, aydınlanmamıştı hava daha…
Yorganı ve bavulu aldım birer elime…
Taksici beni götürmek istemiyor başka bir tane bul diyor, şaşırıyorum…
Almıyor beyefendiler, çünkü Ulus yakınmış…
- Ulusun yakın olduğunu biliyorsun ama, atın hangi ayağının havada olduğunu biliyor musun akıllım?
Suratsız taksici şaşkın şaşkın bakıyor sadece…
Neyse insaflı bir tanesi çıktı yurda gittim…
Kapıyı açtı uykulu birisi, numara kaç dedi ve beni odaya kadar çıkardı…
Hemen yattım uyudum…
Uyandığımda çoktan öğle olmuştu…
Hemen kalktım Adem’i aradım. Zira gurbetteki ilk günümü yalnız geçirmek istemiyordum.
Ama yok .
Anons ettiriyorum, dahili anons sisteminden, bekliyorum gelen giden yok…
Anlaşılıyor ki kayıp Adem. Ne yapalım Onsuz keşfetmeye başlayacağız bu şehri.
Çıkıyorum yurttan Ulusa kadar gidiyorum başka bildiğim bir yer yok, bakıyorum ayaklarının hepsi yere basan atının üstünde duran Atanın heykeline, sonra kaybolurum endişesiyle geldiğim yerden geriye, Çankırı Caddesinden Dışkapı istikametine doğru biraz gidip dönüyorum, çok sıkılıyorum tekrar Dışkapı, oradaki sinemaya iki film birden birinin yarısında giriyorum diğerinin yarısında çıkıyorum.
Sıkıntı basıyor beni.
Yurda dönüyorum yok işte yok adı batasıca…
Akşam geç saatte geliyor Adem.
- Ya nerdesin?
- Arkadaşlarla Anıtkabire gittik
- Ulan gün boyu seni aradım, çatladım sıkıntıdan.
Neyse gelmişti artık, tanıdık biri vardı sohbet edecek. Tanıştıkları ile tanıştık, çemberi büyültmeye başladık. Bazıları birkaç yıldır yurttalar.
- Depozito aldı değil mi Reşit sizden?
- Verdik ama formaliteymiş.
- Yaa formalite, yine yaptı yapacağını
- Ne oldu ki?
- Bu her yıl böyle yapar yenilerden alır depozitoyu bir daha geri vermez, taahhütname de imzaladınız değil mi?
- Evet ama formalite
- Su için üzerine, adam bunun üzerine kurmuş sistemini
- Ben alırım paramı arkadaş
Sonra anlatıyor yeni tanıştığımız arkadaş, kimler neler yapmadılar, ne kavgalar ne polisler adamda tapu gibi belge var. Mümkünü yok alamazsın.
- Görürüz
diyorum.
- Göreceğiz
diyor.
Zaman sonra Kredi Yurtlar Kurumunun listeleri asıldı, gittik baktık ismim yok. Yani devlet yurdu çıkmamış bana. Üzülüyorum…
Ne yapalım, sokakta değiliz ya tesellisi ile kendime geliyorum ve fakat bu yurtta kalmam mümkün değil. Sevemedim bir türlü, kahvaltı kuyruğu, tuvalet-lavabo kuyruğu, hele banyo sırası. Yok yok mümkün değil.
Banyoda gazlı termosifonlar var lakin gaz yok, arada geliyor o da ilk girenlerin işine yarıyor sonra girdiysen buz gibi su.
Çözümü rüşvet vermekte buluyorum, görevliye bir avuç fındık veriyorum, sabah erkenden ilk beni kaldırıyor haydi çabuk ol, yakıyorum kazanları diye.
Ama yok ben buraya daha fazla dayanamam. Bir yolunu bulup ev filan bulmalıyım, fakat bu depozito işi de kafamı kurcalıyor. İyi para o zamanda.
Yurttaki on beşinci günümüzde, Adem geldi heyecanla:
- Ben ayrılıyorum
- Ya nereye
- Bizim okulun yakınında yaşlı bir kadının yanına
- Nasıl yani
- Biz yaşlarda bir oğlu var, üç tane de pansiyoner öğrenci alıyormuş oraya gidiyorum
Eyvah Adem de gidiyor. Sıkıntı bastı beni yine.
- Ya Adem, bana da yer yok mu orada?
- Biri daha gelecekmiş
- Konuş beni alsın
Telefon ettik ev sahibesine, akşama kadar süre vermiş karar vermek için gelmezse olur dedi.
Sıkıntım bu kez heyecana dönüştü. Eşyalarını topladık Adem’in, bindik taksiye gittik kalacağı eve. Tanıştık, Güzin’di adı yaşlı kadının, Adem’i yerleştirdikten sonra döndüm yurda akşamı iple çekiyorum, acaba gidebilecek miyim.
Akşamoldu beklenen telefon geldi, diğer çocuk vazgeçmiş tamamsın dediler. Havalara uçtum.
Hemen topladım eşyalarımı atladım taksiye doğru Keçiören Bulut Sokak, Bulut Apartmanına.
Güzin Teyze sayıyor şartları; otuz bin lira aylık, her şey dahil full pansiyon, çamaşır ve ütü dahil.
Deniz, Güzin Teyzenin oğlu yaşıtız, diş hekimliğinde okuyor. Aydın’lı Yıldıray, Ankara Tıpta okuyor, Adem ve ben toplam beş kişilik bir aile oluverdik birden. Ne güzel, bir evimiz var artık.
Çay içerken sohbet açılıyor, Adem depozitoyu alamadığını anlatıyor, Güzin Teyze bana soruyor aldın mı diye
- Ben alırım diyorum gayet iddialı. Ama alabileceğimi sanmıyorum. Anlatılanlara bakılırsa hiç alan olmamış, birinin abisi polismiş gelmiş zorlamış ama vermemiş adam.
Ertesi gün Pazar, öğle saatlerinde gidiyorum yurda, ayrıldığımdan haberleri yok, arkadaşlarla konuşuyoruz, ayrıldığımı söylüyorum.
- Ben şimdi gideceğim ve depozitoyu alacağım
- Tabi, tabii
diyor arkadaşlar gülüşüyorlar birbirlerine bakaraktan…
- Ben Ünyeliysem adım da Kuşcu ise alırım arkadaş!
- Alırsın alırsın
- Üçün birini
Çıktım müdüriyete, ama hala bir planım yok, doğruyu söyleyerek almam da mümkün değil, çaldım kapıyı, daldım içeriye,
- Buyur Kuşcu
- Abi kolay gelsin
- Sağol
Çok üzgün bir ifadeye bürünüyor ve başlıyorum oynamaya,
- Abi ben ayrılmak durumundayım
- Hayırdır, neden?
- Abi biliyorsun, geçen hafta Ünye’ye gittim
- Ee?
- Babamın hasta olduğunu söyledilerdi
- ….
- Gittim ne göreyim, rahmetli olmuş, söylememişlerdi bana giderken
- Hadi yaaa
- ….
- Allah Rahmet eylesin, başın sağ olsun
Nerdeyse kendim de inanıp ağlayacağım.
- Sağ ol Abi
- Nereye çıkıyorsun peki?
- Abi geçimimizi babam sağlıyordu, başka bir gelirimiz de yok
- ….
- Halam var burada hiç istemiyorum ama mecburen onun yanına çıkacağım, başka çarem yok, bir de ayarlayabilirsem, iş bulup çalışacağım.
- Yapma yaa üzüldüm şimdi
- Ne yapalım abi, çare yok!
- ….
- Neyse abi kaçayım ben, her şey için sağ olun
- Dur dur nereye?
- Gidiyorum Abi
- Senin harçlığın da yoktur şimdi?
- Yok valla Abi
Onu bitirdiğim andı, tamam bu iş dedim kendi kendime gayet üzülerek!
Döndü arkasındaki kasayı kocaman anahtarıyla açtı, içinden yirmi bin lira aldı, bana dönerek
- Bak kimseye vermiyoruz depozitoyu biliyorsun
- Biliyorum Abi
- Al bunu senin ihtiyacın var buna
- Sağol Abi
- Kimseye söylemeyeceksin ama
- Söylemem Abi
- Söz mü?
- Söz!
Aldım parayı bir an önce çıkmak ve dışarıda kahkaha atmak istiyordum. Sarıldık çıktım.
Arkadaşlar aşağıda merakla bekliyorlar.
- Ne oldu aldın mı üçün birini?
- Söylemem söz verdim!
- Ne sözü?
- Söyleyemem
Cebimden çıkardım paraları, suratlarına doğru salladım pis pis sırıtarak
- Buna para derler, az önce depozitoydu bu! Ama söylemem aldığımı!
- Ulan helal olsun sana
- Ben demedim mi size?
- ……
- Bana Ünyeli derler, yazın bunu yurdun duvarlarına
- ……..
- Haydi eyvallah hakkınızı helal edin
Arkadaşlarla ayrıldık eve geldim olanları anlattım, Güzin Teyze biraz paragözlülüğünden
- Aferin Meemet, gördün mü Adem almış parayı
- Almış valla helal olsun
O parayla bir sürü hediye alıp Ünye’ye gittim…
Kızgındı bana, tanımazdan geldi…
- Naber lan Ünye
dedim, güldü…
Tanıdı beni, kucaklaşıp barıştık…
Aradan yıllar geçti, yaşlandık, Ünye’ye senede birkaç günlüğüne gidip gelebiliyorum artık, her defasında kucaklar beni ana şefkatiyle…
Taa o zamandan beri, ne vakit geri dönsem ağlar…
Ben hep yağmurla ayrıldım oradan….
Ünye’den…


Mehmet KUŞCU
Eylül 2006

Bir Yol Hikayesi

Geçmiş zaman oldu senesini hatırlamakta güçlük çekiyorum ama öyle sanıldığı kadarda uzak bir zaman değil.

Sovyetler Birliği glasnost ve perestroyka depremi ile tuz buz olmuş her bir parçada kalan insanlar da ekmek adına, geçim adına akın akın kısmetlerini dış dünyada arar olmuşlardı. Tercih ettikleri ülkelerden biri de Türkiye idi.

Boylu boyunca, inci taneleri gibi dizilmiş Karadeniz sahil kentleri, o dönemde yeni bir istilayla karşı karşıya kaldılar:

Ruslar…

Beraberlerinde bir sürü ve birçoğunun ne işe yaradığını anlamak için uzman olunması gereken malzemeyle Ruslar gelmişti…

Bakmayın siz benim Ruslar dediğime, Kırım Türkleri, Gürcüler, Azeriler, Beyaz Ruslar eski Sovyetler Birliği ülkelerinin her yerinden geldiler, devasa Ikarus marka otobüslerle…

Karadeniz’in her inci tanesi gibi Ünye’ye de geldiler ve burada birdenbire Rus Pazarı oluşuverdi...

O zamanlar çoğu meraktan bir sürü insan sabah erken saatlerde pazara gelecek otobüsleri beklemeye başladılar. Sabırsızlıkla ve heyecanla. Çünkü çok farklı yönlere hitap eden çeşitlilikte malzeme getiriliyor ve burada bazılarının da çok işine yarıyordu.

Oysa yıkılan devletlerinin fabrika ve atölyelerinden yağmaladıkları, araba parçası, dikiş makineleri, tırpan gibi hırdavat malzemeleri, nişan ve madalyalar, halı, kilim, ceviz içi ve papağanına varıncaya kadar çok geniş bir yelpazede eşyaydı bunlar.

Ünye’nin sebze ve meyve üreten insanları için yapılmış bulunan Yeni Halin yanındaki sundurmalı ve betondan tezgahlı pazarına, şimdi uzak-yakın ülkelerden satış yapmak amacıyla gelen insanlar tezgah açtı ve burası bir anda Rus Pazarı adını aldı. Gürcistan ve Azerbaycan’dan gelenler ağırlıkta oldukları için iletişim problemi de yaşanmadı Türklerle yabancı esnaf arasında. Pazarla ilgilenen herkes biraz gürcüce biraz Rusça öğrendi bu sayede… Gerçi Ünye’de Gürcü asıllı vatandaşların bu iletişim hareketinde önemli bir yeri oldu. Yeni bir dil sentezi oluşuverdi: Türkçe, Gürcüce ve Rusça karışımından…

- Es ramitata bico? (ya da gogo)
- Ati dolari
- Esa?
- Erti, ori,sami,othki, khuti, eksvi, shvidi, rva, tskhra, ati.…
- Minimum?
- Da da!
- Niyet
- Aha bu kaç dolari bico? (!)

gibi kelimeler hayatımızın içindeki yerlerini aldılar çarçabuk…

O sıralar ben de fırsat buldukça uğrar bakardım pazara sırf meraktan. O zamandan kalma bazı malzemeleri hala kullanırım.

Yine bir sabah erkenden gittim pazara şöyle bir piyasa yapayım diye. Bir grup gelmiş malzemelerini taşıyordu tezgahlara, bekledim neler çıkaracaklar diye. Kendi aralarında anlamadığım bir şeyler konuşarak açıverdiler bir anda tezgahı. Dikkatimi ceviz ağacından yapılmış, el oyması işli, büyükçe bir kutu çekti. Açtım baktım ki, bir tavla...

Sordum hemen:
- Es ramitata?( Bu kaça)
- Esa? ( Bu mu)

Kafamı evet anlamında aşağı yukarı salladım, eline bir hesap makinesi aldı yaşlı kadın satıcı. Bir şeyler yazdı, sildi, hesap yaptı, yanındaki adama gösterdi. Bu defa adam aldı makineyi ve bana uzatarak çıkan rakamı gösterdi, 40 yazıyordu,
- Dolari
diye de ekledi

Bu pazar için çok fazla paraydı 40 dolar, ama çok beğenmiştim tavlayı muhteşem el oymaları ile işlenmiş büyük boy ahşap bir tavlaydı. Pazarlığa giriştim tavla elimde.

-Minimum minimum?

diyorum bir taraftan en son kaça vereceksin anlamında. Adam kurt, anladı alıcı olduğumu ve baktı başka ilgilenenler de var

- Minimum maksimum bu!

Çaresiz verdim dediğini hemen oradan ayrıldım, iyi iş yapmış mutlu bir işadamı edasıyla. Yeri belliydi çünkü, hediye olarak almıştım bu tavlayı ileriki günlerde lazım olacak diye….

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bir yaz akşamı Liseler Mahallesi’ndeki evimizde otururken telefonun sesi duyuldu birden. Kalktım, ahizeyi kaldırdım, baktım Nurdan..

- Hafta sonu düğünümüz var bekliyoruz
- Öyle mi, çok sevindim hadi hayırlısı.
- Önce Mucur’da kına ertesi gün Torbalı’da düğün. Ona göre ayarla kendini. Bak sözün var mutlaka bekliyorum…
- Kısmet!

dedim her zamanki gibi,

- Kısmet Nurdan’cığım. Herhalde Torbalıya gelebilirim ancak.
- Yaaa kınamda da istiyorum seniii
- Yok yok sen kınanı yak, ben Torbalı’da katılırım eğlenceye!
- Tamam. Bak ama Torbalıya gelince Yılmazın dayısı var onu bulacaksın.
- Kimmiş?
- Mobilyacı Ali Rıza herkes tanırmış orada, onu bul o seni eve getirir.
- Peki.

dedim telefonu kapattım, Ali Rıza ismini hafızama kazıdım mobilyacı diye de ekledim. Hemen hazırlıklara giriştim emaneti kaldırdığım yerden çıkardım. Süslü ambalaj kağıdı ile hediye haline getirdim bizim tavlayı…

Nurdan Gazi’den okul arkadaşım, O maliye bölümünü bitirdi, ortak arkadaşımız olan, bizim sınıftan Yılmaz ile seviyorlardı birbirlerini. Bahçelievler’deki kahveye gittiğimiz zamanlarda ikisi hemen tavlanın başına geçip başlıyorlardı oynamaya. Ta o zaman diyordum onlara,

- Size düğününüzde alacağım hediye belli.

diye. Her türlü ısrarlarına rağmen söylemiyordum onlara. Ama yapacaktım bir muziplik. Onlara almayı düşündüğün hediye bir tavlaydı…

İki akşam sonra, bir koltuğumda tavla, bir elimde bond çanta, Liseler Mahallesi, Rus Pazarı ve Ünye’yi ardımda bırakarak, Ankara’ya doğru yol alacak olan Eray Turizm otobüsüne bindim. Tavlayı özenle yerleştirdim otobüsün üst rafına, yer kalmadı çantayı da koltuğun altına koydum, Ya Allah Bismillah, ver elini Ankara…

Amacım sabah Ankara’da olup hem bir iki arkadaşa uğramak, hem de uzuuun İzmir yolculuğunu ikiye bölmekti. O günü geçirdim Ankara’da, akşam 23.30’u geçe geldim AŞOT’a. Bir iki firmaya sordum anladığım şuydu: İzmir otobüslerinin kalkış saatleri geçti hepsi gitti. O sırada aradan biri fırladı;

- İzmir mi abii?
- Evet
dedim gayri ihtiyari başıma gelecekleri tahmin ederekten.

- Gel abi!
- Hangi firma?
- Gel abii!
- Ya, hangi firma?
- Uşak Özlem abi gelll!

Uşak Özlem iyi firmaydı. Sibel’i çok yolcu etmiştik zamanında Uşak’lıydı hep bu firmayla giderdi. Aldım biletimi aracı beklemeye başladım peronda. Birazdan korktuğum başıma geldi tabii ki.

- Ya abi araba bozulmuş gel ben seni diğer otobüse vereceğim!
- !!
- Gel abi gel, çabuk ol.

Mecburen gittim ardı sıra, bir de baktım doğu Karadeniz firmalarından birinin Rize’den gelen otobüsü.

-Ya bu ne, nerde Uşak Özlem?
- Valla başka araba yok abi, bu da son araba, sen bilirsin.
-!!

Çaresiz ben, bond çanta ve tavla bindik yoldan gelen kötü kokmuş eski model 302 S otobüse. Bond çanta koltuk altındaki yerini aldı, tavlayı da gayet itinalı bir biçimde yukarıya yerleştirdim. Yoldan geldiği için otobüsün içi çok fena kokuyordu. O devirde şehirlerarası otobüslerde sigara içilebiliyordu, benden önce oturan çok dertli olmalı ki, bu konuda bayağı bir icraat yapmıştı. Küllük ağzına kadar doluydu. Yanımdaki adam uyuyordu. Sol tarafımda yaşlı bir kadın başını sıkı sıkı ikinci bir çemberle bağlamış, belli ki rahatsız, iki kişilik koltukta yalnızdı. Başını koridor tarafındaki kolçağa koymuş, iki koltuğa birden sığabildiğince uzanmıştı.

Polatlı’da otuz dakika dinlenme ve çaylar şirketten molası verdikten sonra yolun kabasını almak üzere koyulduk yola, ama ne koyulma, söylenmeye başladım kendi kendime,

-Bu gitmeler gitmek değil!

Şoför sanki uçuracak eski model otobüsü. Ne kasis dinliyor ne çukur. Dümdüz gidiyor hızı da tabakhaneye malzeme götürenlerin iki katı…

Tangır-tungur giderken uyuyakalmışım, ta ki düştüklerimizden çok daha büyük olduğu çıkan gürültüden belli olan çukuru atlayıncaya kadar. Güm diye bir ses peşinden kütt ve sonunda ahhhhh…

Dingildedim, bir anda ne oluyoruz derken yanda uzanan yaşlı kadın kalkmış ofluyor, bir yandan da kafasını ovuşturuyor. O anda yerde duran paketi görmemle anladım mevzuuyu.

- Eyvah, ya kırıldıysa tavla!

Kalktım, kadim bir dostu düştüğü yerden kaldırırmışçasına itinayla aldım yerden. Sağını solunu yokladım. Bu kez onu da diğer koltuğun altına koydum, hiç olmazsa oradan düşemez.

Ama aklım hala onda, ya kırıldıysa?

Tavlanın kırılıp kırılmadığına anlayamadım ama beni izleyen yaşlı kadın bu hareketlerime bir anlam verememiş olmalı ki;

- Senun mi o?
- Evet benim teyze.
- Niye duzgin koymayisun a oni oraya? Kafama duştii.
- Teyze bunu bana söyleme şu şerefsize söyle de düzgün gitsin yoluna!

diye bağırmışım bir anda.

Sesim otobüsün içinde yankılanınca herkes dikkat kesildi bana bakıyor. Işıkları yaktı şoför, muavin geldi,

- Ne oldii?

Yaşlı kadın anlattı olayı kendince,

-Zaten başum ağriydu

diyerek bitirdi sözünü.

Muavin bana döndüğünde şoförü biraz dikkatli gitmesi için uyarmasını söyledim. Seğirtti gitti ön tarafa lambalar söndü bir sigara yaktım. Sinir katsayım dikkate değer oranda yükselmişti. Küllük dolu olduğundan başladım pis otobüsün koridoruna doğru atmaya külleri. Hızlı şoförün hızlı muavini damladı yanıma,

- Angaralu hemşerum ne yapiysun?
- Sigara içiyorum.
- Haçan niçun buraya ataysun?
- Ne yapayım?
- Küllüğe atsan ya!
- Hıı, küllük?

Eliyle küllüğü gösteriyor bir yandan da,
- Aç bakalım?
- ………
- Niye boşaltmıyorsun bunu?
- ………

Uzaklaştı gitti geldiği yere. İnadına yapmıştım aslında. Her hareketi hatalıydı çünkü küllük boşaltmaz muavinin.

Gece yarısı bir sesle irkildim, ışıklar yanmış ve durmuştuk.

- Huoppp, Afyon’da incek kimdu?
sırayla herkese sordu, uyuyanları da uyandırarak küllük boşaltmaz muavin.

Neyse bulundu inecek olan indirildi, yola devam ederken tam dalmışım yine aynı ses:

- Huoopp, Uşak’ta incek kimdu?

bu bir kabus olmalıydı, kendime geldim sağa sola ve tavlaya baktım yok hayır kabus değildi.

Uzatmayalım İzmir’e gelinceye kadar neresi varsa, Kula, Salihli, Ahmetli, Turgutlu hepsinde aynı kabusu yaşattı bana ve otobüstekilere küllük boşaltmaz muavin, adını sormadım gerek de duymadım zaten. Büyük ihtimalle Ferdi’ydi, Fredy’nin kabusu gibi, Ferdi’nin kabusu…

Neyse ben, yol arkadaşlarım bond ve tavla sonunda vardık İzmir otogarına hey güzel İzmir. Gözüme bu kadar güzel gelmemişti hiç. Çünkü benim ilk gelişimdi İzmir’e …

Kabus bitmiş ve güzel bir gün beni bekliyordu Torbalı’da

Vakit kaybetmeden buldum Torbalı-İzmir arabalarını atladık hemen, erken saatler olduğu için pek yolcu da yoktu. Bond ve Tavlayı da yanıma oturttum bu kez. Ver elini Torbalı…

Bir saat civarında sürdü yolculuğumuz veeeeeee buyurun Torbalı….

Ohh be dedim serin bir Torbalı sabahında,

- Günaydın Torbalı herkese günaydın…

Neydi adı?

Ali Rıza evet, hemen bulmalıydım Ali Rıza’yı mobilyacı olan hani herkesin tanıdığı…

Bir elimde bond, diğer kolumun altında tavla birlikte ilk gördüğümüz mobilyacıya girdik.

- Selamünaleyküm,
- Aleykümselam buyurun,
- Hayırlı işler!
- Sağ ol,
- Ya abi, mobilyacı Ali Rıza’nın dükkanını arıyorum ben.
- Kim?
- Ali Rıza,
- Valla çıkaramadım.
- Eyvallah hayırlı işler

Olabilir bu bilemeyebilir, belki de rakip diye söylemek istemedi mümkün

Hah işte bir mobilyacı daha, daldık içeri ben, bond ve tavla, selamlaşmadan sonra sordum Ali Rıza’yı.

Yaşlı adam düşündü düşündü,

- Hımm, Ali Rıza?
- ……
- Mobilyacı mıymış bu?
- Evet amca!
- Valla yeğenim 38 yıllık mobilyacıyım ben burada mobilyacı Ali Rıza diye birini tanımıyorum.
- !!!

Aldın mı başına belayı şimdi, Yılmazın telefonu da yok, cep telefonu zaten yok o yıllarda…

-Ne yapacağız şimdi bond, tavla hı!?

Önünde asmalı çardak olan kahveyi görünce hemen gidip oturdum. Tabii bond ve tavla da masanın üzerine konuşlandılar. Kahveci geldi çay söyledim. Düşünmeye başladım. Nasıl bulacağım bunları.

Amacım erken ulaşıp diğer yerlerden gelecek olan ve fakat uzun süredir görüşemediğim arkadaşlarla da birlikte olmak…

Yoksa beklerim akşamı saat 19 da başlıyor düğün belediyenin salonunda, daha on saat var ne yaparım buralarda. Derken aklıma Ali Abi düştü…

Ali Abi, biz okulda iken bir ara gelmişti Ankara’ya. Yılmaz’da bizim eve getirmişti, balık yapıp ziyafet çekmişti bize…

Ama soyadını sorsanız bilmem. Ali Abi idi o benim için, nerden bilirdim ki yıllar sonra lazım olacak, almaz mıydım o zaman cemaziyelevvel ve cemaziyelahirini!

Durun bir dakika ne iş yapıyordu Ali Abi?

Tabi biliyorum birahanesi vardı Torbalı’da…

Kaç birahane vardır ki burada, hem kaç tanesinin sahibi Ali olabilir? Olsa bile biçare dolaşacağız Ali, Ali…

Çıktık kahveden az ileride bir meydan çıktı karşıma. Ali Abi bulacak adamın karşısına çıkar birahane… Hiç düşünmemiştim, bir birahane gördüğümde bu kadar sevineceğimi…

Yaklaştım dükkana kapı duvar. Tabi bu saatte açılır mı birahane? Bitişiği kahve önünde insanlar oturuyor. Gözüme kestirdim birini yanaştım yamacına;

- Merhabalar,

Bacak bacak üstüne atmış olan adam hemen bacaklarını indirdi kaykıldığı sandalyeden doğrularak,

- Aleykümselam
- Dayı bu birahanenin sahibi kim?
- Ne yapacaksın, niye soruyorsun?

Bir tek umudum kaldı, bu da olmazsa sen seyreyle bendeki feryadı diyerekten, düğüne geldiğimi herkesin tanıdığını söyledikleri Ali Rıza’yı burada tanıyan bir Allah’ın kulu olmadığını anlattım.

İçeriye doğru seslendi:

- Neydi la bunun adı?
- Kimin emmi?
- Şuranın sahibi ya

dedi parmağıyla mekanı işaret ederek.

- Kim soruyor?
- Ya bırak kimin sorduğunu, neydi adı Ali miydi?
- Ali olacak Hasan emmi Ali
- Ali

dedi bana gayet kendinden emin bir eda ile…

- Ama saat üçten önce açmaz bunlar.
- Hadiii…
- Peki adresini telefonunu bilen yok mu?
- Biz bilmeyiz. Aha orda taksiciler var onlar bilir.
- Sağ ol emmi…Eyvallah..
- Bir çay içseydin yeğenim

Cevap bile vermeden uçtum taksi durağına. Küçük bir kulübe, önüne attıkları taburelere yayılmış biri yaşlı üç kişi kendilerine doğru yöneldiğimi anlayınca düzelttiler oturuşlarını,

- Selamünaleyküm
- Aleykümselam

dediler bir ağızdan.

Elimle birahaneyi göstererek,

- Şuranın sahibi Ali’yi bilir misiniz?

Biliriz dediler hep birlikte yine…

- Ya evini bilir misiniz?

- Bilirim

dedi başını aşağı doğru sallayarak genç olanlardan biri.

Tamam dedim çözüyoruz işi kendi kendime.

- Beni götürür müsün Ali’nin evine?

Genç adam, biraz önce öne doğru eğdiği başını, bu kez tam tersi yönde olumsuz bir edayla yukarı kaldırarak

- Götüremeyiz!
- Haydaa niye?
- Götüremeyiz kardeşim. Ali ağabeye yanlış yapamam ben!
- Nasıl yani?
- Ben sana bir şey diyeyim mi?
- De!
- Valla ben senin tipini hiç beğenmedim bilader!
- ………
- ………
- Ne demek şimdi bu?
- Boynunda kravat, elinde şu çanta, sen sağlam adam değilsin.
- ………
- Ya avukatsın, ya da maliyeci!
- Yok kardeşim avukat filan değilim ben, maliyeyle alakam da Sevda’yla sınırlı.

fakat adam Nuh diyor ama, peygamber olmadığı konusunda ısrar ediyor….

Bir tarihte götürmüş bu şekilde birini, avukatmış gelen götürdüğü adama haciz için gitmiş, çok büyük yanlış yaptığını, bir daha da böyle bir şeyle karşılaşmak istemediğini anlattı.

- Bak, kravatı gördün, hadi bizim bonda da şu çanta dedin, e peki bu cicili bicili hediye paketini niye görmüyorsun?

Taaaa Ünye’den geldim , kaç kilometre biliyor musun buraya?

Adam hiç oralı değil, nereliyse artık!

O zamana kadar konuşmaya katılmayan yaşlı taksici;

- Delikanlı büyük ihtimalle doğru söylüyor, ama sen de haklısın, bence sen bunu al götür, bir sokak aşağıda arabada otursun Ali’ye haber ver gelsin baksın, doğruysa teslim edersin, doğru söylemiyorsa beraber bir güzel ıslatırsınız!

Diyerek raconu kesti…

Ben atıldım hemen:

- Hatta ben gelmeyeyim oturayım burada paranı da vereyim git sen bul Ali’yi ve Yılmaz’ın düğünü için Kuşcu gelmiş de, O zaten gelecektir buraya.

Kabul görmedi benim önerim, tamam dedi sıkıntılı bir şekilde hadi gidelim…

- Ama arabadan inmeyeceksin!
- …..
Kalktık ben, bond ve tavla kurulduk sarı renkli Renault’un arka koltuğuna.
Biraz gittikten sonra durdu, sen burada bekle sakın inme diyerek gitti.
Birazdan Ali Abi, uykusu, kollu beyaz atleti ve çizgili pijamasıyla birlikte döndüler…

Sarıldık birbirimize
- Hoş geldin Kuşcu
- Zor bulduk!

dedim hoş bulduk yerine.

- Ne ulaşılmaz adammışsın yahu!

Başımdan geçenleri ona anlattım çok güldü halime. Güler tabii dedim. Ne çektiğimi bir ben biliyorum bir Allah, bir de bond ve tavla ikilisi…

Hemen Yılmaz’ın baba evine götürdü beni, emaneti teslim etti bir anlamda. Çok sevindiler arkadaşlar da gelmişti sarmaş dolaştık. Çağırdım Nurdan’ı,

- Al kızım şunu, başına bir iş daha gelmeden teslim edeyim!

diyerek hediyesini verdim. Hemen açtı oracıkta, görünce bayıldı

- Tavlaaaa!!!


Gelelim herkesin tanıdığı Ali Rıza’ya; bir mobilyacının yanında çalışıyormuş sadece, Nurdan’a öyle söylüyorlar, o da bana, kızın da bir suçu yok aslında, Ali Rıza’nın da…

Ha bu arada tavlada herhangi bir hasar da yok şükür, Nurdan’ın salonun bir köşesinde duruyor. Evlendiler mutlular iki kızları var. Bahtları açık olsun!!!

Ruslar mı?

Onlar da gelmiyor artık Ünye’ye eskisi gibi…

Mehmet KUŞCU
Haziran-2006