25 Aralık 2007 Salı

Bir Yol Hikayesi

Geçmiş zaman oldu senesini hatırlamakta güçlük çekiyorum ama öyle sanıldığı kadarda uzak bir zaman değil.

Sovyetler Birliği glasnost ve perestroyka depremi ile tuz buz olmuş her bir parçada kalan insanlar da ekmek adına, geçim adına akın akın kısmetlerini dış dünyada arar olmuşlardı. Tercih ettikleri ülkelerden biri de Türkiye idi.

Boylu boyunca, inci taneleri gibi dizilmiş Karadeniz sahil kentleri, o dönemde yeni bir istilayla karşı karşıya kaldılar:

Ruslar…

Beraberlerinde bir sürü ve birçoğunun ne işe yaradığını anlamak için uzman olunması gereken malzemeyle Ruslar gelmişti…

Bakmayın siz benim Ruslar dediğime, Kırım Türkleri, Gürcüler, Azeriler, Beyaz Ruslar eski Sovyetler Birliği ülkelerinin her yerinden geldiler, devasa Ikarus marka otobüslerle…

Karadeniz’in her inci tanesi gibi Ünye’ye de geldiler ve burada birdenbire Rus Pazarı oluşuverdi...

O zamanlar çoğu meraktan bir sürü insan sabah erken saatlerde pazara gelecek otobüsleri beklemeye başladılar. Sabırsızlıkla ve heyecanla. Çünkü çok farklı yönlere hitap eden çeşitlilikte malzeme getiriliyor ve burada bazılarının da çok işine yarıyordu.

Oysa yıkılan devletlerinin fabrika ve atölyelerinden yağmaladıkları, araba parçası, dikiş makineleri, tırpan gibi hırdavat malzemeleri, nişan ve madalyalar, halı, kilim, ceviz içi ve papağanına varıncaya kadar çok geniş bir yelpazede eşyaydı bunlar.

Ünye’nin sebze ve meyve üreten insanları için yapılmış bulunan Yeni Halin yanındaki sundurmalı ve betondan tezgahlı pazarına, şimdi uzak-yakın ülkelerden satış yapmak amacıyla gelen insanlar tezgah açtı ve burası bir anda Rus Pazarı adını aldı. Gürcistan ve Azerbaycan’dan gelenler ağırlıkta oldukları için iletişim problemi de yaşanmadı Türklerle yabancı esnaf arasında. Pazarla ilgilenen herkes biraz gürcüce biraz Rusça öğrendi bu sayede… Gerçi Ünye’de Gürcü asıllı vatandaşların bu iletişim hareketinde önemli bir yeri oldu. Yeni bir dil sentezi oluşuverdi: Türkçe, Gürcüce ve Rusça karışımından…

- Es ramitata bico? (ya da gogo)
- Ati dolari
- Esa?
- Erti, ori,sami,othki, khuti, eksvi, shvidi, rva, tskhra, ati.…
- Minimum?
- Da da!
- Niyet
- Aha bu kaç dolari bico? (!)

gibi kelimeler hayatımızın içindeki yerlerini aldılar çarçabuk…

O sıralar ben de fırsat buldukça uğrar bakardım pazara sırf meraktan. O zamandan kalma bazı malzemeleri hala kullanırım.

Yine bir sabah erkenden gittim pazara şöyle bir piyasa yapayım diye. Bir grup gelmiş malzemelerini taşıyordu tezgahlara, bekledim neler çıkaracaklar diye. Kendi aralarında anlamadığım bir şeyler konuşarak açıverdiler bir anda tezgahı. Dikkatimi ceviz ağacından yapılmış, el oyması işli, büyükçe bir kutu çekti. Açtım baktım ki, bir tavla...

Sordum hemen:
- Es ramitata?( Bu kaça)
- Esa? ( Bu mu)

Kafamı evet anlamında aşağı yukarı salladım, eline bir hesap makinesi aldı yaşlı kadın satıcı. Bir şeyler yazdı, sildi, hesap yaptı, yanındaki adama gösterdi. Bu defa adam aldı makineyi ve bana uzatarak çıkan rakamı gösterdi, 40 yazıyordu,
- Dolari
diye de ekledi

Bu pazar için çok fazla paraydı 40 dolar, ama çok beğenmiştim tavlayı muhteşem el oymaları ile işlenmiş büyük boy ahşap bir tavlaydı. Pazarlığa giriştim tavla elimde.

-Minimum minimum?

diyorum bir taraftan en son kaça vereceksin anlamında. Adam kurt, anladı alıcı olduğumu ve baktı başka ilgilenenler de var

- Minimum maksimum bu!

Çaresiz verdim dediğini hemen oradan ayrıldım, iyi iş yapmış mutlu bir işadamı edasıyla. Yeri belliydi çünkü, hediye olarak almıştım bu tavlayı ileriki günlerde lazım olacak diye….

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bir yaz akşamı Liseler Mahallesi’ndeki evimizde otururken telefonun sesi duyuldu birden. Kalktım, ahizeyi kaldırdım, baktım Nurdan..

- Hafta sonu düğünümüz var bekliyoruz
- Öyle mi, çok sevindim hadi hayırlısı.
- Önce Mucur’da kına ertesi gün Torbalı’da düğün. Ona göre ayarla kendini. Bak sözün var mutlaka bekliyorum…
- Kısmet!

dedim her zamanki gibi,

- Kısmet Nurdan’cığım. Herhalde Torbalıya gelebilirim ancak.
- Yaaa kınamda da istiyorum seniii
- Yok yok sen kınanı yak, ben Torbalı’da katılırım eğlenceye!
- Tamam. Bak ama Torbalıya gelince Yılmazın dayısı var onu bulacaksın.
- Kimmiş?
- Mobilyacı Ali Rıza herkes tanırmış orada, onu bul o seni eve getirir.
- Peki.

dedim telefonu kapattım, Ali Rıza ismini hafızama kazıdım mobilyacı diye de ekledim. Hemen hazırlıklara giriştim emaneti kaldırdığım yerden çıkardım. Süslü ambalaj kağıdı ile hediye haline getirdim bizim tavlayı…

Nurdan Gazi’den okul arkadaşım, O maliye bölümünü bitirdi, ortak arkadaşımız olan, bizim sınıftan Yılmaz ile seviyorlardı birbirlerini. Bahçelievler’deki kahveye gittiğimiz zamanlarda ikisi hemen tavlanın başına geçip başlıyorlardı oynamaya. Ta o zaman diyordum onlara,

- Size düğününüzde alacağım hediye belli.

diye. Her türlü ısrarlarına rağmen söylemiyordum onlara. Ama yapacaktım bir muziplik. Onlara almayı düşündüğün hediye bir tavlaydı…

İki akşam sonra, bir koltuğumda tavla, bir elimde bond çanta, Liseler Mahallesi, Rus Pazarı ve Ünye’yi ardımda bırakarak, Ankara’ya doğru yol alacak olan Eray Turizm otobüsüne bindim. Tavlayı özenle yerleştirdim otobüsün üst rafına, yer kalmadı çantayı da koltuğun altına koydum, Ya Allah Bismillah, ver elini Ankara…

Amacım sabah Ankara’da olup hem bir iki arkadaşa uğramak, hem de uzuuun İzmir yolculuğunu ikiye bölmekti. O günü geçirdim Ankara’da, akşam 23.30’u geçe geldim AŞOT’a. Bir iki firmaya sordum anladığım şuydu: İzmir otobüslerinin kalkış saatleri geçti hepsi gitti. O sırada aradan biri fırladı;

- İzmir mi abii?
- Evet
dedim gayri ihtiyari başıma gelecekleri tahmin ederekten.

- Gel abi!
- Hangi firma?
- Gel abii!
- Ya, hangi firma?
- Uşak Özlem abi gelll!

Uşak Özlem iyi firmaydı. Sibel’i çok yolcu etmiştik zamanında Uşak’lıydı hep bu firmayla giderdi. Aldım biletimi aracı beklemeye başladım peronda. Birazdan korktuğum başıma geldi tabii ki.

- Ya abi araba bozulmuş gel ben seni diğer otobüse vereceğim!
- !!
- Gel abi gel, çabuk ol.

Mecburen gittim ardı sıra, bir de baktım doğu Karadeniz firmalarından birinin Rize’den gelen otobüsü.

-Ya bu ne, nerde Uşak Özlem?
- Valla başka araba yok abi, bu da son araba, sen bilirsin.
-!!

Çaresiz ben, bond çanta ve tavla bindik yoldan gelen kötü kokmuş eski model 302 S otobüse. Bond çanta koltuk altındaki yerini aldı, tavlayı da gayet itinalı bir biçimde yukarıya yerleştirdim. Yoldan geldiği için otobüsün içi çok fena kokuyordu. O devirde şehirlerarası otobüslerde sigara içilebiliyordu, benden önce oturan çok dertli olmalı ki, bu konuda bayağı bir icraat yapmıştı. Küllük ağzına kadar doluydu. Yanımdaki adam uyuyordu. Sol tarafımda yaşlı bir kadın başını sıkı sıkı ikinci bir çemberle bağlamış, belli ki rahatsız, iki kişilik koltukta yalnızdı. Başını koridor tarafındaki kolçağa koymuş, iki koltuğa birden sığabildiğince uzanmıştı.

Polatlı’da otuz dakika dinlenme ve çaylar şirketten molası verdikten sonra yolun kabasını almak üzere koyulduk yola, ama ne koyulma, söylenmeye başladım kendi kendime,

-Bu gitmeler gitmek değil!

Şoför sanki uçuracak eski model otobüsü. Ne kasis dinliyor ne çukur. Dümdüz gidiyor hızı da tabakhaneye malzeme götürenlerin iki katı…

Tangır-tungur giderken uyuyakalmışım, ta ki düştüklerimizden çok daha büyük olduğu çıkan gürültüden belli olan çukuru atlayıncaya kadar. Güm diye bir ses peşinden kütt ve sonunda ahhhhh…

Dingildedim, bir anda ne oluyoruz derken yanda uzanan yaşlı kadın kalkmış ofluyor, bir yandan da kafasını ovuşturuyor. O anda yerde duran paketi görmemle anladım mevzuuyu.

- Eyvah, ya kırıldıysa tavla!

Kalktım, kadim bir dostu düştüğü yerden kaldırırmışçasına itinayla aldım yerden. Sağını solunu yokladım. Bu kez onu da diğer koltuğun altına koydum, hiç olmazsa oradan düşemez.

Ama aklım hala onda, ya kırıldıysa?

Tavlanın kırılıp kırılmadığına anlayamadım ama beni izleyen yaşlı kadın bu hareketlerime bir anlam verememiş olmalı ki;

- Senun mi o?
- Evet benim teyze.
- Niye duzgin koymayisun a oni oraya? Kafama duştii.
- Teyze bunu bana söyleme şu şerefsize söyle de düzgün gitsin yoluna!

diye bağırmışım bir anda.

Sesim otobüsün içinde yankılanınca herkes dikkat kesildi bana bakıyor. Işıkları yaktı şoför, muavin geldi,

- Ne oldii?

Yaşlı kadın anlattı olayı kendince,

-Zaten başum ağriydu

diyerek bitirdi sözünü.

Muavin bana döndüğünde şoförü biraz dikkatli gitmesi için uyarmasını söyledim. Seğirtti gitti ön tarafa lambalar söndü bir sigara yaktım. Sinir katsayım dikkate değer oranda yükselmişti. Küllük dolu olduğundan başladım pis otobüsün koridoruna doğru atmaya külleri. Hızlı şoförün hızlı muavini damladı yanıma,

- Angaralu hemşerum ne yapiysun?
- Sigara içiyorum.
- Haçan niçun buraya ataysun?
- Ne yapayım?
- Küllüğe atsan ya!
- Hıı, küllük?

Eliyle küllüğü gösteriyor bir yandan da,
- Aç bakalım?
- ………
- Niye boşaltmıyorsun bunu?
- ………

Uzaklaştı gitti geldiği yere. İnadına yapmıştım aslında. Her hareketi hatalıydı çünkü küllük boşaltmaz muavinin.

Gece yarısı bir sesle irkildim, ışıklar yanmış ve durmuştuk.

- Huoppp, Afyon’da incek kimdu?
sırayla herkese sordu, uyuyanları da uyandırarak küllük boşaltmaz muavin.

Neyse bulundu inecek olan indirildi, yola devam ederken tam dalmışım yine aynı ses:

- Huoopp, Uşak’ta incek kimdu?

bu bir kabus olmalıydı, kendime geldim sağa sola ve tavlaya baktım yok hayır kabus değildi.

Uzatmayalım İzmir’e gelinceye kadar neresi varsa, Kula, Salihli, Ahmetli, Turgutlu hepsinde aynı kabusu yaşattı bana ve otobüstekilere küllük boşaltmaz muavin, adını sormadım gerek de duymadım zaten. Büyük ihtimalle Ferdi’ydi, Fredy’nin kabusu gibi, Ferdi’nin kabusu…

Neyse ben, yol arkadaşlarım bond ve tavla sonunda vardık İzmir otogarına hey güzel İzmir. Gözüme bu kadar güzel gelmemişti hiç. Çünkü benim ilk gelişimdi İzmir’e …

Kabus bitmiş ve güzel bir gün beni bekliyordu Torbalı’da

Vakit kaybetmeden buldum Torbalı-İzmir arabalarını atladık hemen, erken saatler olduğu için pek yolcu da yoktu. Bond ve Tavlayı da yanıma oturttum bu kez. Ver elini Torbalı…

Bir saat civarında sürdü yolculuğumuz veeeeeee buyurun Torbalı….

Ohh be dedim serin bir Torbalı sabahında,

- Günaydın Torbalı herkese günaydın…

Neydi adı?

Ali Rıza evet, hemen bulmalıydım Ali Rıza’yı mobilyacı olan hani herkesin tanıdığı…

Bir elimde bond, diğer kolumun altında tavla birlikte ilk gördüğümüz mobilyacıya girdik.

- Selamünaleyküm,
- Aleykümselam buyurun,
- Hayırlı işler!
- Sağ ol,
- Ya abi, mobilyacı Ali Rıza’nın dükkanını arıyorum ben.
- Kim?
- Ali Rıza,
- Valla çıkaramadım.
- Eyvallah hayırlı işler

Olabilir bu bilemeyebilir, belki de rakip diye söylemek istemedi mümkün

Hah işte bir mobilyacı daha, daldık içeri ben, bond ve tavla, selamlaşmadan sonra sordum Ali Rıza’yı.

Yaşlı adam düşündü düşündü,

- Hımm, Ali Rıza?
- ……
- Mobilyacı mıymış bu?
- Evet amca!
- Valla yeğenim 38 yıllık mobilyacıyım ben burada mobilyacı Ali Rıza diye birini tanımıyorum.
- !!!

Aldın mı başına belayı şimdi, Yılmazın telefonu da yok, cep telefonu zaten yok o yıllarda…

-Ne yapacağız şimdi bond, tavla hı!?

Önünde asmalı çardak olan kahveyi görünce hemen gidip oturdum. Tabii bond ve tavla da masanın üzerine konuşlandılar. Kahveci geldi çay söyledim. Düşünmeye başladım. Nasıl bulacağım bunları.

Amacım erken ulaşıp diğer yerlerden gelecek olan ve fakat uzun süredir görüşemediğim arkadaşlarla da birlikte olmak…

Yoksa beklerim akşamı saat 19 da başlıyor düğün belediyenin salonunda, daha on saat var ne yaparım buralarda. Derken aklıma Ali Abi düştü…

Ali Abi, biz okulda iken bir ara gelmişti Ankara’ya. Yılmaz’da bizim eve getirmişti, balık yapıp ziyafet çekmişti bize…

Ama soyadını sorsanız bilmem. Ali Abi idi o benim için, nerden bilirdim ki yıllar sonra lazım olacak, almaz mıydım o zaman cemaziyelevvel ve cemaziyelahirini!

Durun bir dakika ne iş yapıyordu Ali Abi?

Tabi biliyorum birahanesi vardı Torbalı’da…

Kaç birahane vardır ki burada, hem kaç tanesinin sahibi Ali olabilir? Olsa bile biçare dolaşacağız Ali, Ali…

Çıktık kahveden az ileride bir meydan çıktı karşıma. Ali Abi bulacak adamın karşısına çıkar birahane… Hiç düşünmemiştim, bir birahane gördüğümde bu kadar sevineceğimi…

Yaklaştım dükkana kapı duvar. Tabi bu saatte açılır mı birahane? Bitişiği kahve önünde insanlar oturuyor. Gözüme kestirdim birini yanaştım yamacına;

- Merhabalar,

Bacak bacak üstüne atmış olan adam hemen bacaklarını indirdi kaykıldığı sandalyeden doğrularak,

- Aleykümselam
- Dayı bu birahanenin sahibi kim?
- Ne yapacaksın, niye soruyorsun?

Bir tek umudum kaldı, bu da olmazsa sen seyreyle bendeki feryadı diyerekten, düğüne geldiğimi herkesin tanıdığını söyledikleri Ali Rıza’yı burada tanıyan bir Allah’ın kulu olmadığını anlattım.

İçeriye doğru seslendi:

- Neydi la bunun adı?
- Kimin emmi?
- Şuranın sahibi ya

dedi parmağıyla mekanı işaret ederek.

- Kim soruyor?
- Ya bırak kimin sorduğunu, neydi adı Ali miydi?
- Ali olacak Hasan emmi Ali
- Ali

dedi bana gayet kendinden emin bir eda ile…

- Ama saat üçten önce açmaz bunlar.
- Hadiii…
- Peki adresini telefonunu bilen yok mu?
- Biz bilmeyiz. Aha orda taksiciler var onlar bilir.
- Sağ ol emmi…Eyvallah..
- Bir çay içseydin yeğenim

Cevap bile vermeden uçtum taksi durağına. Küçük bir kulübe, önüne attıkları taburelere yayılmış biri yaşlı üç kişi kendilerine doğru yöneldiğimi anlayınca düzelttiler oturuşlarını,

- Selamünaleyküm
- Aleykümselam

dediler bir ağızdan.

Elimle birahaneyi göstererek,

- Şuranın sahibi Ali’yi bilir misiniz?

Biliriz dediler hep birlikte yine…

- Ya evini bilir misiniz?

- Bilirim

dedi başını aşağı doğru sallayarak genç olanlardan biri.

Tamam dedim çözüyoruz işi kendi kendime.

- Beni götürür müsün Ali’nin evine?

Genç adam, biraz önce öne doğru eğdiği başını, bu kez tam tersi yönde olumsuz bir edayla yukarı kaldırarak

- Götüremeyiz!
- Haydaa niye?
- Götüremeyiz kardeşim. Ali ağabeye yanlış yapamam ben!
- Nasıl yani?
- Ben sana bir şey diyeyim mi?
- De!
- Valla ben senin tipini hiç beğenmedim bilader!
- ………
- ………
- Ne demek şimdi bu?
- Boynunda kravat, elinde şu çanta, sen sağlam adam değilsin.
- ………
- Ya avukatsın, ya da maliyeci!
- Yok kardeşim avukat filan değilim ben, maliyeyle alakam da Sevda’yla sınırlı.

fakat adam Nuh diyor ama, peygamber olmadığı konusunda ısrar ediyor….

Bir tarihte götürmüş bu şekilde birini, avukatmış gelen götürdüğü adama haciz için gitmiş, çok büyük yanlış yaptığını, bir daha da böyle bir şeyle karşılaşmak istemediğini anlattı.

- Bak, kravatı gördün, hadi bizim bonda da şu çanta dedin, e peki bu cicili bicili hediye paketini niye görmüyorsun?

Taaaa Ünye’den geldim , kaç kilometre biliyor musun buraya?

Adam hiç oralı değil, nereliyse artık!

O zamana kadar konuşmaya katılmayan yaşlı taksici;

- Delikanlı büyük ihtimalle doğru söylüyor, ama sen de haklısın, bence sen bunu al götür, bir sokak aşağıda arabada otursun Ali’ye haber ver gelsin baksın, doğruysa teslim edersin, doğru söylemiyorsa beraber bir güzel ıslatırsınız!

Diyerek raconu kesti…

Ben atıldım hemen:

- Hatta ben gelmeyeyim oturayım burada paranı da vereyim git sen bul Ali’yi ve Yılmaz’ın düğünü için Kuşcu gelmiş de, O zaten gelecektir buraya.

Kabul görmedi benim önerim, tamam dedi sıkıntılı bir şekilde hadi gidelim…

- Ama arabadan inmeyeceksin!
- …..
Kalktık ben, bond ve tavla kurulduk sarı renkli Renault’un arka koltuğuna.
Biraz gittikten sonra durdu, sen burada bekle sakın inme diyerek gitti.
Birazdan Ali Abi, uykusu, kollu beyaz atleti ve çizgili pijamasıyla birlikte döndüler…

Sarıldık birbirimize
- Hoş geldin Kuşcu
- Zor bulduk!

dedim hoş bulduk yerine.

- Ne ulaşılmaz adammışsın yahu!

Başımdan geçenleri ona anlattım çok güldü halime. Güler tabii dedim. Ne çektiğimi bir ben biliyorum bir Allah, bir de bond ve tavla ikilisi…

Hemen Yılmaz’ın baba evine götürdü beni, emaneti teslim etti bir anlamda. Çok sevindiler arkadaşlar da gelmişti sarmaş dolaştık. Çağırdım Nurdan’ı,

- Al kızım şunu, başına bir iş daha gelmeden teslim edeyim!

diyerek hediyesini verdim. Hemen açtı oracıkta, görünce bayıldı

- Tavlaaaa!!!


Gelelim herkesin tanıdığı Ali Rıza’ya; bir mobilyacının yanında çalışıyormuş sadece, Nurdan’a öyle söylüyorlar, o da bana, kızın da bir suçu yok aslında, Ali Rıza’nın da…

Ha bu arada tavlada herhangi bir hasar da yok şükür, Nurdan’ın salonun bir köşesinde duruyor. Evlendiler mutlular iki kızları var. Bahtları açık olsun!!!

Ruslar mı?

Onlar da gelmiyor artık Ünye’ye eskisi gibi…

Mehmet KUŞCU
Haziran-2006

Hiç yorum yok: